12 Mayıs 2015 Salı

Bazen öyle anlar vardır ki, yaşamak o anda olmak bile yetmez. fark etmek, hissetmek gerekir...

Geçtiğimiz hafta sonu (24-26 Nisan) EGED, ODTÜ ve Sabancı Vakfının birlikte düzenlediği Engelsiz Üniversite Öğrencileri İnsiyatifi projesinin II. toplantısını Ankara'da gerçekleştirdik. 30'a yakın Türkiye'nin çeşitli üniverstelerinden, çeşitli fiziksel engellere sahip olan insanlar olarak, aslında birazcık kendimizden geçmiş bir şekilde bizden sonra gelenlerin akademik yaşamlarını nasıl kolaylaştırabileceğimiz hakkında İstanbul'da temellerini attığımız fikirlerin, elle tutulur hale gelmiş vaziyetlerini tekrar tartıştık. Bundan sonraki adımın/adımların ne olduğunu konuştuk. Ve en önemlisi anlaşıp, kafalarımızı seviştirdik. Tabii tüm bunların yanında kaçamaklar yapmayı da unutmadık. Toplumsal algıları kaygıları, brokratik saçmalıkları ne kadar değiştirip kırabileceğimizi zamanla göreceğimiz kesin. Lakin birbirimizin hayatına dokunup, ışık hızıyla minik mucizeler yarattığımız kesin.

Cuma günü saat 12:30 civarı Esenboğa havaalanındayım. Sabiha Gökçen'de beni zorla tekerlekli sandalyeye bindirme fantazisi olan güvenlik görevlilerinden sonra, daha sakin bir karşılamayla, Başak ve Hüseyin'in yanına geldim. Bence müthiş bir organizasyon sistemine sahip olan EGEM tur bizi VIP bir araçla karşıladı. Otele erişimimizi sağlayan Taner bey, bize Esenboğa Tunalı arasındaki 45 dakikalık yolculuğumuz boyunca Melih Gökçek'in Ankara'da yaptığı "muhteşem projeler" hakkında bilgilendirdi. Mesela yanından geçtiğimiz bir toplu konut mahallesinin ana yola bağlanan bir yolu olmaması gibi faydalı Ankara dedikodularıyla otele vardık. Odalarımız erişimi rahat ve komforluydu. Lakin banyolarımızın odanın içine bakan kısmının tamamen cam olması biraz ilgiçti. Bu durum Nasrettin Hoca fıkrası gibi bir olayada sebep oldu onu ilerleyen cümlelerde anlatacağım.

Ankara'nın Meşhur bir şey yok ki Hacı! 

Otele yerleştikten sonra Projemizin pire necatisi güzel koordinatörümüz Müfide otele giriş yapan ilk grubu alıp, küçük bir Kızılay turu attırdı.  Gerçekten İstanbul'un yollarını aratmayacak abidik gubidik idi. Herşeye rağmen Başak akülü arabasıyla resmen Ankara caddelerine meydan okudu. Otele dönmemle geri çıkmam bir oldu diyebilirim "düz adam Mehmet" beni akşam yemeğine çıkarmaya karar verince kendimi tekrar Ankara sokaklarında buldum. Öğlen Müfide akşamsa Mehmet aynı cümleyi kurdular büyük bir haklılıkla; " Ankara'nın Meşhur bir şey yok ki  nereye gidelim bilemedim." Evet garip bir şekilde ünlü bir yiyeceği içeceği olmayan şehirde, babamın önerdiği eski Körfez Meyhanesi fikrinden benim antibiyotikle süre gelen münasebetim yüzünden cayıp Güven Park'a bakan bir lokantaya oturduk Mehmet'le. İnsanın çok fazla birşey paylaşmadığı ama oturup konuştuğu zaman pek keyif aldığı, hatta fitursuzca aklına geleni söyleyebildiği bir arkadaşı olması güzel bişi... Kaybedeck hiçbir şeyimiz yokmuş gibi bir diyaloğumuz olmasından kaynaklı olsa gerek bu halimiz, rahatlatıcı aslında... :) "Birileri basmış bu ülkede düğmeye!" cümlesini her zamanki gibi durup dururken söyleyip kahkaha atarak döndük otele.  Cuma günü bitti zannediyorsunuz ama süphesiz bir yanılgı içindesinizz. Sınavların Erişilebilirliği grubu olarak, Ilgın, Muharren, Ali, Tayfur ve bendeniz Cumartesi günü sunacağımız verileri toparlamak için odadaydık. Beş ay boyunca Skype üzerinden, onlarca toplantı yapıp bir yere gelen grubumuz, yine bomba gibiydi. Bir ara Turgutreis'teki pubların lokasyonlarını konuşurken, bir ara da Ilgın'ın bir görme engellinin namazını rahat kılıp kılamayacağı hakkındaki maceresını dinleyip, soğuk bira aradığımız ve hiçbir şey içmeden de yüksek ses kalitesine sahip kahkahalar attığımız doğrudur. Gelelim gecenin benim için en komik anına! Şu odalardaki banyo iç duvarı hadisesi var ya, işte tam o an vuku buldu. Klozetin üstüne oturup kafamı sola çevirmemle odanın içini gördüm! Birkeç salise panik olup ara camdaki jaluzi ile uğraştım. Sonra ortada görülecek birşey olmadığını hatırlayıp, traji komik halimize güldüm kendi kendime. Yani her bedensel durumun kendine has parodileri olabiliyor. :))))
Odama döndüğümde Claire uyuyordu. Claire oda arkadaşım aynı zamanda dünya üzerinde tanıyabileceğiniz en cin kadınlardan biri.  Kendisi Genetik okumasına rağmen ODTÜ'de ingilizce öğretmeni ve Türkiye'de Engelsiz üniversiteler Çalıştayı'nı hayata geçirip ilk düzenlyen kişi. Kendisiyle iki gece boyunca ve toplantılar arasında bolca konuşup birbirimizin hayatı hakkında küçük sırlar öğrendik. Mesela büyükannelerimizin çok benzer yüreklilik gerektiren aşk hikayelere sahip olması gibi...

Empati mi? O öyle olmaz böyle olur!

Farklı engel gruplarına sahip insanlar olarak bir iş yapmak için orada toplanmış olmak, toplumu derdimizi anlatıp değiştirmekten önce, bunu kendi içimizde yapmamız açısında müthiş bir deneyimdi. üstelik bunun için beraber 72 saat geçirmekten başka yapmamız gereken bir şey yoktu. İlk işim tabii ki bir dudak okuma ustası olan Murat için, yamuk konuşma şeklimi düzeltmek için harekete geçmek oldu. Sonrasında masadaki delilere büyük bir zevle masanın formunu yemeklerini tasvir etmek. "Izgara tavuğunun altında patates püresi var. onun biraz üstünde sağda... yani saat 1 yönünde de haşlanmış sebzelerin duruyor." hep söyleyip durduğunuz anlatım gücümün gerçek manasını, işe yararlılığını o 72 saat içinde anladım desem... Ve seslerin kırılmasının bir müzik hadesesi olmaktan çıktığında, mekan içindeki objelerin yerlerini kavramaya yaradığını bir kez daha hatırlayıp deneyimlemenin tarifsiz mutluluğu... "İnsan karşısında biri olmadıkça kendisinden bi haberdir" tasvirinin tam karşılığı bu olsa gerek. Birbirimiz için hayatı kolaylaştırmaya çalışırken aslında yine kendimizden başlamamız gerekiyor. Evet bunun pratikteki karşılığı böyleydi benim için Ankara'da.

Bunun benden taraflı gelişen şekli ise şöyleydi. Vücudunuzun nasıl handikapları olduğunu anlatmak için, iki arkadaşınızın ayaklarını, ayak bileklerin den içe doğru çevirip, öyle yürümeye çalıştıklarını seyredebiliyorsunuz otel lobisinde. Sizin vücüdunuzu anlamak için görmekten daha öte bir iş yapmaları gerekiyor. O anda siz olabiliyorlar mesela...

Cumartesi akşamı olunca biz... Vur şişenin dibine...

On iki kişi otelden çıkıp, Muharremin adeta bir navigasyon aleti eadsıyla tık diye anlattığı James Cook adındaki şirin pub'a doğru yürürken iyi ki burdayım deyip durdum içimden. Evet İyi ki ordaydım. On altı kişiydik. Ve ben onların gözü olarak kedimi gördüm o gece. İnsanların sokağa çıktığımda fazla endişeli tepkiler tepkiler vermesinden bıkıp usanan ben, bir aymazlık içinde kendi arkadaşlarım için aynı endişeyi hissettiğimde, "deli misin kızım? adamların hepsi iş güç sahibi kendine gel!" diye kendimi şaşırmış algılarımdan sıyırmaya çalışıyordum. Çok şükür dakikalar içinde bu fikirden kurtulup, masaya yerleştiğimizde ilk defa çıplak kadın görmüş gibi hayretler içinde bize bakan garsona, "bişi mi vardı birader" edasındaki muzur bakışımı atıp, kendine getirmiştim bile. Tüm Pub bizim masanın önünde bir süre durup  seyre dalıyor, sonra "ne yapıyoruz yahu" şeklinde kendine geliyordu.  Saatlerce her aklımıza geleni konuşup kahkaha attık. Sonrasında otele giriş yapıp oda da Claire ile yeni projelerimiz hakkında sohbet etmeye devam ettik.

72 Saatin En Güzel Karesi 

Paazar sabahı kahvaltıdaydık. Sağımda sohbet baya koyuydu. Murat ve Abdülkadir aklımızın sırrımızın ermeyeceğii bir derinlikte birşeyler tartışıyorlardı. Bir süre sonra Murat sigara içmeye bahçeye çıktı. Abdülkadir'in oturduğu camın önününe dikildi. Sıgarasını yaktı ve sohbet kaldığı yerden devam etti. İşaret dilini hala tam olarak öğrenmediğime kahrettiğim ve ikisini deli kıskandığım an on andı işte. Evet iki elin sesi vardı işte. Adamlar dünyaya meydan okuduklarının farkında olmaz bir doğallıkla 20cm kalınlığındaki bir camın ardından, deli gibi çene çalmaya devam ettiler. İnsanlar yüzyıllardır konuşarak anlaşamazken, "duymamak ve konuşamak" üstüne binlerce kez düşünülebilirdi o saniye de... Kim söylemiş bizim için, AN'laşamıyormuşuz diye, kim "görmüş" ama kim İleteşemediğimizi....

1 yorum: