27 Ağustos 2015 Perşembe

Tez için geri sayım, arsaştırma konumu seçtiğim devir ve şu Engelilik meselesi

Bu yaz sakin ve buruk geçen bir tatil mevsimi oldu benim için... Ailem için... Olabildiğince dinlendik, babaannemin yokluğuna onun nasihatlarıyla, güzel anılarıyla alışmaya çalıştık. İnsan büyürken kaybettiklerinden yanına kar kalanları, yanındakilerle paylaşarak yeni yürekler kazanıyormuş bunu öğrendim mesela...

Gelelim şimdi yaklaşmakta olan Eylül ayına. 19 sene sonra ilk defa sabahın köründe kalkıp okula gitmek yok, haftalık ödevler yok, vize yok, final yok... Ama okumak, daha çok araştırmak ve bunları harmanlayıp süzerek yeni bir düşün icadı yazmak var. Bir de bu sene öğrencilerimden de hiç istemeden biraz uzak kalacağım gibi görünüyor. Ama yeni projelere her zaman burnumuzu sokuyoruz. Yani bu işler hiç belli olmaz değil mi? Hmm evet ne diyordum, bu sene "büyük aşklar nefretle başlar" metoforu gibi sıkıntılı başlayıp, müthiş keyifli biten Master programımın bitirme tezini yazıyor olacağım. Yaptığım ilk gerçek gazete haberinden beri bu kadar heyecanlanmış mıydım? Sanmıyorum... İnsan toplumuna, insanlığa bir şey kazandıracağına inandırmaya görsün kendini! Tutamıyorsunuz, daha iyisini bulmak her seferinde bir makale bir kitap daha ekleniyorsunuz literatür taramasına. :)

Tez konuma karar verirken elimde üç ana konu potansiyeli vardı. En büyük aşkım müzik, iyi ki yapıyorum dediğim işim, çocuklarım yani eğitim ve değerli hocalarımdan birkaçının ısrarla üzerinde yazmamı istedikleri şu engelilik mezvuu. Bunların üçüne de önce gazeteci, sonra da antropolog gözüyle bakıp inceledim. Üçünün de bu gözlerden bakıldığında ortak bir yanları vardı ki, hiçbirinin bu ülkede anlaşılamayan olgular olmasıydı. İçlerine "müşteri memnuniyeti" ve "şevkatli görünme öcüsü" kaçmış bir müzik endüstrisi,  bir eğitim ve bir engelli vatandaş algısı... Üç yazık olmuş konu. Kültürel mutasyona uğramış, iletişimden de nashibini almayı çoktan unutmuş neresinden tutsan bir toplumsal çarpıklaşma çıkan üç tez konu başlığı...

Müzik benim için tam bir romantizm, bir fantazi dünyası, yazarken "ahh ah" deyip iç çekeceğim uzun boylu, maviş gözlü, yakışıklı bir adam gibiydi. Bira sofistike, ve kendi içinde spesifik bir konu seçip çok dar bir alana hitap edeceği için de biraz sıkışmış hissettirdi. Kendisini öpücüklere boğarak, tez yazım aşamasındaki yegane yol arkadaşı olarak cebime koydum. ;) Elimizde kandan ve saçmalıktan temizlenip fikirsel ve sosyal anlamdaki aydınlanma çağına hiç geçemeyen ülkemizde, yol geçen hanına dönmüş bir eğitim sistemi ve "sevgi pıtırcıklığı" halinden kurtulup normalleşme evresine hiiiç geçememiş bir engelilik algısı kalmıştı. İsterseniz şu normalleşme konusunu açıklayıp, neden engellilik üzerine bir tez çıkarmadığımı anlatayım da, Sağır Sultan dahil herkes rahata ersin.

Son verilere Türkiye nüfusunun yüzde 12'si engelliyken, bu 12'lik nüfusun yarısına yakına akli ve fiziki yeterliliği olup hayatlarına "normal insanlar" olarak devam edebilecek kişilerdir. Bu ne anlama geliyor mu? Hemen söylüyorum. Bu ülkede on binlerce doktor, işletmeci, mühendis, sosyal bilimci, müzisyen, reklamcı vb.. meslek sahibi insan var. Bu insanlar bedenlerindeki zihni olmayan sorunlardan ötürü toplumda "bir yere" konmaya çalışıyor. Kondukları yerde ise bu insanlardan zevkle aşkla okudukları şeyleri ikinci plana atıp, şehir planlamasıyla, bina mimarileriyle, sınav yönetmelikleriyle uğraşmaları isteniyor. Ve evet bu uğraşlar takdir görüp, göz önüne çıkyor çoğu zaman. Ben de bu konuda canla başla çalışan insanlardan biriyim. Evet bundan hiçbir şekilde şikayetçi değilim. Vazgemeye de niyetim yok. Ama konu burdan bir tık daha öteye atlamalı bence şu normalleşme basamağına zıplamak için. İşte tam bu yüzden bir mühendis makinalarını geliştirmeli, öbür işletmeci bir şirketin CEO'su olmalı ve bir antropolog da Antropolojinin konusu olan bir alanda araştırma yapıp topluma gerçekten severek bir şeyler katmalı ki, şu normalleşme işi  tam rayına otursun. Şehirleri, binaları planlamak mimar ve şehir planlamacılarına, sınav yönetmeliklerine düzenlemek hukukçulara, ama bir fiziksel engelli olmayan iş erbablarına kasın. Kalsın ki şu normalleşme hadisesi gerçekten EMPATİ kurmaya yaklaşsın. Böylece herkes işinde gücünde mutlu olsun, Seben de ülkede aslında olmayan eğitim sistemi üstüne bir hipotez geliştirsin.

İşte "Türkiye Coğrafyası Kültürüne Uygun bir Eğitim Felsefesi Mümkün müdür" başlıklı tez konusu böyle ortaya çıktı. Geçtiği tüm bu yolculuk bu başlığı olgunlaştırıp, gelişyirdi. Şimdi eve dönüp kütüphanelerin yollarını tuta tuta bu işi ete kemiğe büründürme vaktidir. Ama... Tabii şimdi hala Mazı'da süt liman bir hava, hoyrat olmayan varken biraz daha deniz keyfi yapma vakti...

Sağlıcakla kalın...

SAD

19 Temmuz 2015 Pazar

Çocuk'la Olmak Hadisesi

Çokça sorulan bir sorunun cevabını yazmanın vakti bugün bu geceymiş demek ki... Soru şöyle;

"Sen şimdi Gazetecilik bitirdin. Ama öğretmenlik yapıyorsun. Bir de ney o Antro.. bişi okuyorsun. Şimdi sen ne oluyorsun?"

Evet lisans öğrenimimi 2012 yılında Gaztecilik bölümünü bitirerek tamamladım. Gaztecilik okuduğum ve stajlarımı yaptığım dönem boyunca müzik-yemek ve eğitim üçlüsü üzerine yazdım. Zaten Radikal Gazetesinde yaptığım iki stajın birini Eğitim departmanında, diğerini de Kültür-Sanat depatmanında yapmamdan işin nereye gideceği belliydi... Küçük bir üniversite öğrencisiyken yapmak istediğim şey bir müzik yazarı olmaktı. Ve evet doğru müzik dinlemek kadar yazmak da benim için aynı medite edici özelliğe sahipti.  Mezun olduğum yıl İTÜ Müzikoloji bölümünün master bölümünü kazandım. Derslerin başlamasına iki hafta vardı. Disiplinler arası okuyan öğrenciler için Hazırlık sınıfı vardı. Ben de onlardan biriydim. Hazırlık sınıfının ders programı açıklanır açıklanmaz derslerin notlarına ulaştım ve ufaktan okumaya başladım. Ders: Makam Bilgisi. "Batı dizeklerindeki Fa notası Türk Musikisinde hangi aralığa denk gelmektedir?" gibi sözlü ve yazılı sorular içeriyordu...
Hı?! Hööömm... Ups! Hayır hayır hele ki bir enstürmanı dahi tam olarak çalamayacak yetenekte parmaklara sahipken (!!) öğrenmek isteğim teorik bilgiler kesinlikle bunlar değildi. Peki hani şu Wagner'in İkinci Dünya Savaşı sıralarında hitlerin isteğiyle propaganda amaçlı bestelediği eserlerin dönemsel tarihçesini anlatan dersleri alamıyor muyum hemen? Nayıır! Ömrüm boyunca kullanmayacağım bilgiler için bir yıl okumak hiç de akıllıca olmayacaktı. Peki elimizde neler vardı bi bakalım. Yeditepe'den aldığım Birincilik bursuyla yapılabilecek 16 master programı. İşte tam burada Feryade Tokan adındaki mübarek hatun kişi hayatıma yapabileceği en süprizli dokunuşu yaptı. "Sen gelip Sosyal Antropoloji Bölümünde master yapsana kızım." Hem istediğin derslerde var... Müzik Sosyolojisi, Popüler Müzik Tarihi, Müzik ve Kültür... Evvvet bunlar tam da aradığım derslerdi. Antropolojinin geri kalanı ise, çok niyetsiz başlanan bir işti benim için. Hedefime körü
 körüne saplanmıştım ve önümde açılan asıl okyanusun farkında bile değildim. Sadece yine disiplinler arası okuyacağım için 6 zorunlu hazırlık dersi almam gerekiyordu. Antropolojide Klasik Okumalar, Modern Okumalar, Araştırma Yöntemleri I. ve II. sonraa Kültür teorileri vs. vs...  Hmmm.. eğlenceli görünüyordu. Sonrasındaki dersler de keza öyleydi ve işin ucunda kavuşulacak 5 seçmeli müzik dersi vardı. İlk dönemin ilk yarısıydı. Weber, Malinowski, Boas, Spencer, Mead, Beatson ve okuduğum onlarca teorisyen daha... Yarısını anlamadığım kelimelere sahip yüzlerce sayfalık yüzlerce akademik makale, raporlar, istatistikler, veriler.... Evet gazetecilikteyken gördüğüm İletişim Kuramları dersleri sosyal teorileri okumam konusunda beni müthiş şeytani bir dürtüyle gıdıklamıştı vaktiyle kabul. Ama sosyal bilimlerin her bir alt dalına dair en az bir derste 5 makale okumak. Yani bu şu demekti. Aynı anda tarih, sosyoloji, felsefe, edebiyat, coğrafya dallarını da okuyor oluyordum. Antropolojinin okumayı sevmekle alakası yoktu. Antropoloji okumak demekti. Aynen o ilk emir gibi; Antropoloji "İkra"nın ta kendisiydi. Ve tabii ki her okuduğunuzda aslında hiçbir şey okumadığınızı anlıyordunuz. Tüm bunları hayatımda bir yere oturtmaya çalışırken alınabilecek en güzel haber Sosyal bilimler Enstitüsünden gelmişti. Müzik derslerini veren iki hoca okuldan ayrıldığı için, o dersler bir daha açılmayacaktı. Kendimi yanlışlıkla koltuğunun "fırlat" düğmesine basmış bir astronot gibi hissediyordum. Uzay boşluğunda sonsuza dek genişleyerek yol alabilirdim. Nasıl olsa varılacak bir "amaç" yoktu artık. Zaten amacınız hiçbir zaman gönüldeki aşk sahibiyle "sidik yarıştırmak" olmamalıydı. Arada dip not olarak bunu yazmıştı hayat bana. Neyse ki gözden kaçırmayıp o notu okumuştum. Peki ama amaç ortadan kalktığı halde tüm heybetiyle hayatımın orta yerinde duran aracı, yani antropolojiyi ne yapacaktım. İlk işim, zaten çok da ne işe yaradığını idrak etmeye uğraşmadığım için,  ondan nefret etmek oldu. Ne içindeki bas bağıran "KÜLTÜR"ü görüyordum. Ne de asıl mesleğim gazetecilikle arasındaki sıkı bağı... Beni müzik okuma aşkımdan (aşk zannetiğim sahip olma arzusu), dahası entel dantel bir müzik yazarı (sidik yarıştıran benlik) olma hedefimden ayrı koyan bir külfet gibiydi antropoloji. O üç ay öyle bitti ve nihayet yaz tatili gelmişti. Her şeye rağmen belki aramız düzelir diye birkaç genel kuram kitabı alıp çıktım yola..  Yani o bölüm okunacaktı bir şekilde... Önce okuduğum gazete haberlerine Antopolojik gözle bakmaya başladım. Sonra insanların diyaloglarına... İnsan böyle bakınca başka türlü şeyler bulabiliyordu. Hele hele haberler. Doğa olayları hariç yazdığımız her haber insAan ürnüydü. Ve antopoloji insanı inceleyen bilimdalı idi. Bir şeyler farklılaşmaya çok yakındı içimde.. Ben açık oturumlarda ekonomistlerin yerine neden sosyologları yahut antropologları çıkarmazlar diye düşüne durayım, hayatımı değiştiren o telefon gelmişti bile...  Bizim anarşist sosyolog, (o kendini biliyor) meşhur alternatif eğitim sistemimiz Reggio Emilia'yı uygulayan bir okulda çalışmaya başlamıştı ve bana gel sen de çocuklarla "engellilik" algısı üzerine çalış diyordu. Çocuk dediği zaten herşey bitmişti kafamda. Anne olmayı çok isteyen biri için, tabii ki çocuklarla çalışmak harika bir fırsattı. Hemen Reggio Emilia felsefesi nedir diye araştırmaya başlşadım. Daha ne isteyebilirdim ki, bir ülkenin alt kültüründen savaş gibi sosyolojik bir nedenin sonucunda dönemin İtalyan sosyal bilimcileri tarafından ortaya çıkmış bir eğitim felsefesi. Üstelik çocuğun kendi merakıyla öğrenmesini savunuyor. Sonrasında geçen iki yılda çocuklarla birbirimizin hayatına neler kattık zaten siz biliyorsunuz... Böylece Eğitim Antropolojisi diye yep yeni bir kapı açılmış oldu önümde. Antropolojiyle bir altı ay sonra yeniden tanıştım. Hayatı anlamlandırmak için nasıl zengin bir vaha olduğunu da bu altı ay sonrasında kendi tercih ettiğim makaleleri okurken farkettim. İnsanlarla uğraşıyorsanız, mutlaka bir sosyal bilim dalını hakkında bir şeyler karıştırmış olmalıydı. Antropoloji hayatımda başladığım tüm niyetsiz işler gibi, bir tüy kadar hafifleşerek etrafımı sardı ve beni başka galaksilere yükseltti...

Hayatımda verdiğim en doğru karar çocuklarla çalışmaktı. Zaten hayat beni öğretmenler cenneti bir ailenin içine doğurarak, bu kararın doğruluğunu çok zaman önce kanıtlamıştı. Çocuklar beni anda olmaya yönelttiler. Ben de onların anlarına yeni anlamlar kattım. Nasıl her yeni şeye bilmedim bir şey bulmak için bakmayı onlarla hatırladım. Unutman ve geri dönmemem gerekenleri de yine onlarla unuttum ve onlar gibi aldırmadan affettim. Ve anladım ki isteğim şey aslında anne olmak değildi illa ki, isteğim şey "çocuk'la olmak"tı...

12 Mayıs 2015 Salı

Bazen öyle anlar vardır ki, yaşamak o anda olmak bile yetmez. fark etmek, hissetmek gerekir...

Geçtiğimiz hafta sonu (24-26 Nisan) EGED, ODTÜ ve Sabancı Vakfının birlikte düzenlediği Engelsiz Üniversite Öğrencileri İnsiyatifi projesinin II. toplantısını Ankara'da gerçekleştirdik. 30'a yakın Türkiye'nin çeşitli üniverstelerinden, çeşitli fiziksel engellere sahip olan insanlar olarak, aslında birazcık kendimizden geçmiş bir şekilde bizden sonra gelenlerin akademik yaşamlarını nasıl kolaylaştırabileceğimiz hakkında İstanbul'da temellerini attığımız fikirlerin, elle tutulur hale gelmiş vaziyetlerini tekrar tartıştık. Bundan sonraki adımın/adımların ne olduğunu konuştuk. Ve en önemlisi anlaşıp, kafalarımızı seviştirdik. Tabii tüm bunların yanında kaçamaklar yapmayı da unutmadık. Toplumsal algıları kaygıları, brokratik saçmalıkları ne kadar değiştirip kırabileceğimizi zamanla göreceğimiz kesin. Lakin birbirimizin hayatına dokunup, ışık hızıyla minik mucizeler yarattığımız kesin.

Cuma günü saat 12:30 civarı Esenboğa havaalanındayım. Sabiha Gökçen'de beni zorla tekerlekli sandalyeye bindirme fantazisi olan güvenlik görevlilerinden sonra, daha sakin bir karşılamayla, Başak ve Hüseyin'in yanına geldim. Bence müthiş bir organizasyon sistemine sahip olan EGEM tur bizi VIP bir araçla karşıladı. Otele erişimimizi sağlayan Taner bey, bize Esenboğa Tunalı arasındaki 45 dakikalık yolculuğumuz boyunca Melih Gökçek'in Ankara'da yaptığı "muhteşem projeler" hakkında bilgilendirdi. Mesela yanından geçtiğimiz bir toplu konut mahallesinin ana yola bağlanan bir yolu olmaması gibi faydalı Ankara dedikodularıyla otele vardık. Odalarımız erişimi rahat ve komforluydu. Lakin banyolarımızın odanın içine bakan kısmının tamamen cam olması biraz ilgiçti. Bu durum Nasrettin Hoca fıkrası gibi bir olayada sebep oldu onu ilerleyen cümlelerde anlatacağım.

Ankara'nın Meşhur bir şey yok ki Hacı! 

Otele yerleştikten sonra Projemizin pire necatisi güzel koordinatörümüz Müfide otele giriş yapan ilk grubu alıp, küçük bir Kızılay turu attırdı.  Gerçekten İstanbul'un yollarını aratmayacak abidik gubidik idi. Herşeye rağmen Başak akülü arabasıyla resmen Ankara caddelerine meydan okudu. Otele dönmemle geri çıkmam bir oldu diyebilirim "düz adam Mehmet" beni akşam yemeğine çıkarmaya karar verince kendimi tekrar Ankara sokaklarında buldum. Öğlen Müfide akşamsa Mehmet aynı cümleyi kurdular büyük bir haklılıkla; " Ankara'nın Meşhur bir şey yok ki  nereye gidelim bilemedim." Evet garip bir şekilde ünlü bir yiyeceği içeceği olmayan şehirde, babamın önerdiği eski Körfez Meyhanesi fikrinden benim antibiyotikle süre gelen münasebetim yüzünden cayıp Güven Park'a bakan bir lokantaya oturduk Mehmet'le. İnsanın çok fazla birşey paylaşmadığı ama oturup konuştuğu zaman pek keyif aldığı, hatta fitursuzca aklına geleni söyleyebildiği bir arkadaşı olması güzel bişi... Kaybedeck hiçbir şeyimiz yokmuş gibi bir diyaloğumuz olmasından kaynaklı olsa gerek bu halimiz, rahatlatıcı aslında... :) "Birileri basmış bu ülkede düğmeye!" cümlesini her zamanki gibi durup dururken söyleyip kahkaha atarak döndük otele.  Cuma günü bitti zannediyorsunuz ama süphesiz bir yanılgı içindesinizz. Sınavların Erişilebilirliği grubu olarak, Ilgın, Muharren, Ali, Tayfur ve bendeniz Cumartesi günü sunacağımız verileri toparlamak için odadaydık. Beş ay boyunca Skype üzerinden, onlarca toplantı yapıp bir yere gelen grubumuz, yine bomba gibiydi. Bir ara Turgutreis'teki pubların lokasyonlarını konuşurken, bir ara da Ilgın'ın bir görme engellinin namazını rahat kılıp kılamayacağı hakkındaki maceresını dinleyip, soğuk bira aradığımız ve hiçbir şey içmeden de yüksek ses kalitesine sahip kahkahalar attığımız doğrudur. Gelelim gecenin benim için en komik anına! Şu odalardaki banyo iç duvarı hadisesi var ya, işte tam o an vuku buldu. Klozetin üstüne oturup kafamı sola çevirmemle odanın içini gördüm! Birkeç salise panik olup ara camdaki jaluzi ile uğraştım. Sonra ortada görülecek birşey olmadığını hatırlayıp, traji komik halimize güldüm kendi kendime. Yani her bedensel durumun kendine has parodileri olabiliyor. :))))
Odama döndüğümde Claire uyuyordu. Claire oda arkadaşım aynı zamanda dünya üzerinde tanıyabileceğiniz en cin kadınlardan biri.  Kendisi Genetik okumasına rağmen ODTÜ'de ingilizce öğretmeni ve Türkiye'de Engelsiz üniversiteler Çalıştayı'nı hayata geçirip ilk düzenlyen kişi. Kendisiyle iki gece boyunca ve toplantılar arasında bolca konuşup birbirimizin hayatı hakkında küçük sırlar öğrendik. Mesela büyükannelerimizin çok benzer yüreklilik gerektiren aşk hikayelere sahip olması gibi...

Empati mi? O öyle olmaz böyle olur!

Farklı engel gruplarına sahip insanlar olarak bir iş yapmak için orada toplanmış olmak, toplumu derdimizi anlatıp değiştirmekten önce, bunu kendi içimizde yapmamız açısında müthiş bir deneyimdi. üstelik bunun için beraber 72 saat geçirmekten başka yapmamız gereken bir şey yoktu. İlk işim tabii ki bir dudak okuma ustası olan Murat için, yamuk konuşma şeklimi düzeltmek için harekete geçmek oldu. Sonrasında masadaki delilere büyük bir zevle masanın formunu yemeklerini tasvir etmek. "Izgara tavuğunun altında patates püresi var. onun biraz üstünde sağda... yani saat 1 yönünde de haşlanmış sebzelerin duruyor." hep söyleyip durduğunuz anlatım gücümün gerçek manasını, işe yararlılığını o 72 saat içinde anladım desem... Ve seslerin kırılmasının bir müzik hadesesi olmaktan çıktığında, mekan içindeki objelerin yerlerini kavramaya yaradığını bir kez daha hatırlayıp deneyimlemenin tarifsiz mutluluğu... "İnsan karşısında biri olmadıkça kendisinden bi haberdir" tasvirinin tam karşılığı bu olsa gerek. Birbirimiz için hayatı kolaylaştırmaya çalışırken aslında yine kendimizden başlamamız gerekiyor. Evet bunun pratikteki karşılığı böyleydi benim için Ankara'da.

Bunun benden taraflı gelişen şekli ise şöyleydi. Vücudunuzun nasıl handikapları olduğunu anlatmak için, iki arkadaşınızın ayaklarını, ayak bileklerin den içe doğru çevirip, öyle yürümeye çalıştıklarını seyredebiliyorsunuz otel lobisinde. Sizin vücüdunuzu anlamak için görmekten daha öte bir iş yapmaları gerekiyor. O anda siz olabiliyorlar mesela...

Cumartesi akşamı olunca biz... Vur şişenin dibine...

On iki kişi otelden çıkıp, Muharremin adeta bir navigasyon aleti eadsıyla tık diye anlattığı James Cook adındaki şirin pub'a doğru yürürken iyi ki burdayım deyip durdum içimden. Evet İyi ki ordaydım. On altı kişiydik. Ve ben onların gözü olarak kedimi gördüm o gece. İnsanların sokağa çıktığımda fazla endişeli tepkiler tepkiler vermesinden bıkıp usanan ben, bir aymazlık içinde kendi arkadaşlarım için aynı endişeyi hissettiğimde, "deli misin kızım? adamların hepsi iş güç sahibi kendine gel!" diye kendimi şaşırmış algılarımdan sıyırmaya çalışıyordum. Çok şükür dakikalar içinde bu fikirden kurtulup, masaya yerleştiğimizde ilk defa çıplak kadın görmüş gibi hayretler içinde bize bakan garsona, "bişi mi vardı birader" edasındaki muzur bakışımı atıp, kendine getirmiştim bile. Tüm Pub bizim masanın önünde bir süre durup  seyre dalıyor, sonra "ne yapıyoruz yahu" şeklinde kendine geliyordu.  Saatlerce her aklımıza geleni konuşup kahkaha attık. Sonrasında otele giriş yapıp oda da Claire ile yeni projelerimiz hakkında sohbet etmeye devam ettik.

72 Saatin En Güzel Karesi 

Paazar sabahı kahvaltıdaydık. Sağımda sohbet baya koyuydu. Murat ve Abdülkadir aklımızın sırrımızın ermeyeceğii bir derinlikte birşeyler tartışıyorlardı. Bir süre sonra Murat sigara içmeye bahçeye çıktı. Abdülkadir'in oturduğu camın önününe dikildi. Sıgarasını yaktı ve sohbet kaldığı yerden devam etti. İşaret dilini hala tam olarak öğrenmediğime kahrettiğim ve ikisini deli kıskandığım an on andı işte. Evet iki elin sesi vardı işte. Adamlar dünyaya meydan okuduklarının farkında olmaz bir doğallıkla 20cm kalınlığındaki bir camın ardından, deli gibi çene çalmaya devam ettiler. İnsanlar yüzyıllardır konuşarak anlaşamazken, "duymamak ve konuşamak" üstüne binlerce kez düşünülebilirdi o saniye de... Kim söylemiş bizim için, AN'laşamıyormuşuz diye, kim "görmüş" ama kim İleteşemediğimizi....

16 Ocak 2015 Cuma

Uzuuun Zaman sonra bir Babaanne hikayesi daha... "Hatyan" öğretmen kimdir?

Konya Öğretmen Okulu 1947-1948 yılı mezunu Ayten Dayı. Mezun olduktan bir yıl sonra, ondokuz yaşındayken Hatay’ın bir sınır köyü olan Tıl Habeş (Habeş tepesi), şimdiki adıyla, Açıkdere Köyü’nde öğretmenliğe başlar. Üç yıl bu köyde baş öğretmen olarak beş sınıfı tek başına idare eder...


Köye ilk gidişiniz nasıl oldu? Köylüler sizi nasıl karşıladılar?
Bir grup gardan gelip bizi aldı. İlk tayinim olduğu için annem ve babam da benimle gelmişlerdi. Hatay’dan köye kadar eşek sırtında gittik. Meydanda toplanmış köylüler beni görünce, “avrat kısmından ‘öğretlemen’ mi olur”dediler. Zamanla kadından öğretmen olabileceğini görünce buna alıştılar tabii.
Köyün okulu, bir tepenin üstünde, tek derslikli, sobalı, yan tarafında bir içlik ve iki odalı bir lojmanı olan tek tak üstünde bir binaydı. Sınıfta sadece yazı tahtası, öğretmen masası, cocukların otuması için köylülerin yaptığı altışar kişilik sıralar ve bir sac soba vardı. İlk gittiğimde uzunca bir süre okula hiç öğrenci gelmedi. Ben köyde ev ev dolaşıp çocukları topladım. Kadın öğretmen olduğum için kız çocuklarını okula yollamaya razı oldular. Ayten demeye dilleri dönmüyordu. O yüden bana "Haytan" öğretmen diyorlardı.  Köye gittiğimde muhtar dahil benden başka okuma yazma bilen yoktu. Muhtarın bütün yazı işlerini ben yapar, köye gelen jandarma , sağlık memuru hepsiyle ben ilgilenirdim.
Çocuklarla iletişim kurarken zorluk yaşadınız mı?
Köydeki çocuklar türkçeyi tam bilmiyorlardı. Yarısının dili arapçaydı. Onlara Türkçeyi öğrettim. Mesela tahtaya elma çizer altına türkçe “elma” yazardım, onlar da gelip yanına eski yazıyla “elma” yazarlardı. Okula gelen tüm çocuklarda bit, gözlerinde Trahom hastalığı vardı. Şehre indiğim zaman asitporik’li su ve Theramisin alır gözlerini tek tek temizleyip pansuman yapardım. Hepsinin bitlerini her sabah temizler öyle sınıfa alırdım. Onlar ertesi gün yine bitlenmiş gelirlerdi.. Bir sabah bir baktımi köyün bütün yaşlıları okulun kapısında toplanmışlar. Hemen gidip nolduğunu sordum. İçlerinden biri çıkıp, “sen çocukların gözlerini ayne gibi yapmışın, bizimkileri de yapıver” dedi. Onları içeri alıp gözlerini temizledim. “gözlerimiz ayne gibi oldu” deyip teşekkür edişlerini hiç unutmam.
Çocukların hiç birinin ayakkabası yoktu. Zaten ayakkabı alacak paraları da yoktu. Ayaklarına “gap gap” dedikleri takunyaları geçirir öyle gelirlerdi. O takunyaları da kapının eşiğinde çıkarır sınıfa öyle girerlerdi. Ben de taşa basmalarını istemediğim için çıkarmalarına mani olurdum. Onlar da ses çıkardığı için çıkarmak isterlerdi takunyaları. En sonunda onlara takunyayla ses çıkarmadan nasıl yürüyeceklerini öğrettim. Boyunlarında da içi boş bir çanta asılı olurdu. İçinde ne defter, ne kalem... Ben gene şehre maaş almaya indiğim zaman, hepsine defter kalem kırtasiyelik eşya alırdım. Tabii sınıfımızda da ders yapacak araç gerecimiz yoktu. Coğrafya dersi yapacağız haritamız yok. Babamdan bana büyük, tahta, çukur bir düzenek yapmasını istedim. Bu düzüneğin içine kum doldurttum. Sonra gidip toz boya aldım. Bu kum masasına elimle Türkiye haritası çizip, şehirleri toz boyayla renk renk boyadım. Böylece coğrafya dersi işler olduk.
Sınıfın yanında içlik dedikleri genişçe bir oda daha vardı. Orayı enstütü mezunu öğretmenlere atölye olarak kullansınlar yapmışlar. Biz o odayı müsamere odası yaptık. Kötü havalarlar bayram törenlerini orada yapıyorduk. Bir de kışın evlenen oldu mu düğün salonu da orasıydı. Çok eğlenceli geçerdi düğünderi. Adamlar kadın kılığına girer, bildiğiniz Orta Oyunu oynarlardı. Çalgılı cümbüşlü...
Kendilerine has bir dilleri vardı. Şiğveydi diyemem çünkü, kelimelerin anlamları tamamen farklıydı. Mesela, domatese “banadura”, patatese “keme”, fıstığa “ambit”, leblebiye “guduma” derlerdi. En büyük eğlenceleri Asi kenarına gidip leblebi yemekti. “Hocam Asi genarına gidek, habbe habbe guduma yiyek..” Ha bir de “bahtabakan”nımız vardı. Yani bukalenum. Hayvancağızları toplayıp üstlerine koyarlardı. Artık o gün üstünüzde ne renk kıyefet varsa bukalemun o renge döner, bu da sizin bahtınızın nasıl olacağını belirlerdi. O gün karaları giymişseniz vay halinize...

Yaşadığınız köy nasıl bir köydü? Neyle geçinirlerdi?
Tıl Habeş o zamanlar Antakya’lı bir köy ağasının elindeydi. Köylünün hepsi ona ırgatlık ederdi. O zaman orada zeytincilik yapılırdı. Köylü topladığı bütün zeytini ağaya verirdi. O da onlara karşılığın ya az bir miktar zeytin ya da para verirdi. Tüm köy böyle geçinirdi. Başka iş güç yapanı bilmem.. . Herkesin evinin önünde “heykere” dedikleri küçük bir bahçesi vardı. Bu bahçeyi mevsimine göre eker, yiyecek sebze meyvelerini oradan karşılarlardı. Çoğu zaman ektiklerinden bana getirirlerdi.  Et, yumurta alacak hiç bir yer olmadığı için babam bahçeye küçük bir kümes yaptı. Orada birkaç tavuk yetiştirip, onların yumurtasından, etinden yararlandık. Alış veriş yapabidiğimiz tek şey köye haftada bir ilçeden gelen çerçiydi. Herkes onun geleceği günü bilir, o gün öte berisini alırdı çerçiden.
Köyde okul dahil hiç bir evde saat yoktu. Bu yüzden çocuklar sabah ezanıyla okula gelir, akşam ezanına kadar ders yapardık. Öğlen ezanına kadar bir iki ve üçler, öğleden sonra da dört ve beşler gelirdi. Akşam olup okul bitiyse de ders devam ederdi. Akşam köyün bütün genç kızlarını okula toplar, onlara kitap okur, dikiş nakış yapmasını öğretirdim. Dikiş bilmedikleri için, elbiselerinin yırtılan yerine bir düğüm atıp öyle gezerlerdi. Sonra yama yapmayı öğrenip yırtıklarını yamamaya başladılar. Her akşam benden İstanbul’u anlatmamı isterlerdi. Ben de her akşam anlatırdım. Bu, onlar için şimdinin dizileri gibi, sanki büyülü bir dünyaydı. Seslerini soluklarını çıkarmadan saatlerce dinlerlerdi beni. Bir sabah bütün genç kadınlar toplanmış kapıma geldilerdi yine. Suriye’den bir şıh gelmiş köye. Çocuğu olmayan kadınların karnına dua yazıyormuş da, çocukları oluyormuş. Şıha görünmek için benden para istediler. Çok kızmıştım. “Olur mu öyle iş” deyip, kadınları evlerine yolladım. Sonra doğru jandarmaya... Köy küçük yer tabii, şıh benim jandarmaya haber verdiğimi duyup, daha onlar aramaya başlamadan köyü terk etmiş. Sonra bütün kızları, kadınları toplayıp tembih ettim. Bir daha şıha mıha inanmasınlar diye...
Askerden gelen mektupları okumak da benim görevimdi tabii. Postadan mektubu alan, soluğu benim yanımda alırdı. Mektuları beraber okuyup, ardından cavap yazardık. Ama birisi var ki, bir daha hiç öyle mektup görmedim hayatımda. Beşinci sınıfta okuyan Emine diye bir kızım vardı. Onun amcasının oğlu, Emine’nin ablasını öldürdüğü için hapse girmişti. Hapisten her ay mektup yazardı. Adı da “Zorlu Mehmet”ti bu herifin. Mektuplarında Emine’ye, ailesine kürfedip, tehtidler savururdu. Ben bunları Emine’ye okuyamaz, iyi şeyler yazmış gibi yapardım. Otuz yıl sonra köye tekrar gittiğimde gördüm ki, Zorlu Mehmet hapisten çıkıp Emine’yle evlenmiş.
Bir de iki tane çoban oğlum vardı. On altı yaşından büyük oldukları için o zaman  okula devam etme zorunlulukları yoktu. Kayıtlarını silebilirdim, ama silmedim. Onlara her sabah hayvanları otlatmaya giderlerken ödev verir, akşam dönüşte de verdiğim ödevleri kontrol ederdim. Bu iki çocuğum da çok zeki çocuklardı. Ailelerinin izin vermeyeceğini bildiğim için, ikisini de ailerlerinden habersiz Antakya’ya götürüp, Köy Enstitü’sü imtihanlarına soktup. İkisi de kazandı. Şimdi biri Galatasaray Lisesi’nde edebiyat öğretmeni, biri de Hatay’da bir okula müdür olmuş.

Tıl Habeş’e bir daha hiç gittiniz mi?

Evet, otuz yıl sonra bir aile dostumuzun doktor olan kızıyla sağlık taraması için gittik. Beni kırk yıl sonra tanıyabileceklerini hiç düşünmemiştim. Köy meydanına indiğimizde bütün köy meydana toplanmıştı. İçlerinden biri çıkıp, “Haytan öğretmen gelmiş” diye seslendi. Çok şaşırmıştım o kız benim o zamanki öğrencilerimden biri olacak yaşta değildi. “Kızım ben seni okutmuş olamam, sen çok küçüksün” deyince, gömleğinin yakasının açıp, içindeki işlemeli içliği gösterip, “siz benim annemi okutmuşunuz, o bana hep sizi anlatırdı” dedi. Bu kadar yıl sonra öğrencilerimin çocuklarının beni tanımasından çok etkilenmiştim. Sonra köyü gezerken gördüm ki benden sonra doğan bütün kız çocuklarına ya benim, ya da rahmetli annemin adını koymuşlar. Bunca mutlu olayın içinde o gün o köye tekrar gittiğimde beni en çok üzen şey ise, otuz yıldan bu yana ne köyde, ne de okulumda hiç bir şeyin değişmemiş olmasıydı. Bir tek şey değişmişti koskoca yerde, o da çocuklarımın okulduğu tahta sıralar...

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Medeni, Ali, Mehmet, Abdullah, Ethem ve Mustafa!dan sonrası...

‪#‎MedeniYıldırım‬ 18
‪#‎AliİsmailKorkmaz‬ 19
‪#‎MehmetAyvalıtaş‬ 20
‪#‎AbdullahCömert‬ 22
‪#‎EthemSarısülük‬ 26
‪#‎MustafaSarı‬ 27


Bu isimleri çok okuyoruz şimdi. Sosyal medya her an gözümüzün önünde, beynimizde, kalbimizdeler. Kimimiz çaresizce ince bir sızı hissediyoruz, kimimiz yürek dolusu öfke... Yediremiyoruz kendimize. Olmasaydı diyoruz. Tarihin tekerürüne bakıp, tarihin yazdığı dönemlerin ne sancılarla doğrurulduğunu yaşıyoruz. Hepimiz içimizde, kendiliğimiz kadar, kendiliğince... Zaman geçecek tabii! İnsanlık evrilmeye devam edecek. Unutmak girecek işin içine, unutacağız. Belki sadece ölüm yıldönümlerinde Deniz, Yusuf, Hüseyin gibi, saygıyla hatırlayacağız. bize, tarihin açtığı bir yara izini daha hatırlatacaklar.


Ama...

Herşeyin, asıl onlar için değişeceği birileri var ki, onlar hergün tarihin yazıldığı o acı günlerle uyanacaklar. Biber gazı, toma, Gezi Parkı sözcüklerini her duyuşlarında sinir krizleri geçirecek onlar. Belki her gün kilometrelerce bir mezar taşının yanına gidip gelecekler. Ya da mezarlığın yanından geçerken anneleri, "sana gelemiyorum oğlum" cümlesini kuracak insanların sayısı çoğalacak. Onların ardından okumak, ya da başka şehirlerde yeni hayatlar kurmak isteyen küçük kardeşleri, başlarına bir hal gelir diye, asla istedikleri yerlere gönderilemeyecekler. Olmak istedikleri şeyi olamayacak onların kardeşleri. Hiç içmeyen babaları bizim bildiğimiz anlamda ayyaş olacak. Sonra birine bir hastalık gelecek aniden. Eli ayağı bir daha hiç tutmayacak o babanın! Doktorlar şu cevabı verecek: "Üzüntünden amca. Bundan sonra sana üzüntü, stres yok!" onlar doktorları dinlemeyecekler. o üzüntüden hiç bir zaman kaçamayacaklar. Sonra o fidanların yiğenleri olacak. hiç tanımayacakları yiğenleri. O yiğenlere amcaları, dayıları anlatılırken, anlatanların boğazları düğüm, gözlerinde akamayan bir yaş. Ve işin aslı bu yiğenler onlara benzeyecek, sorgulayacak, düşünecek, söz sahibi olmak isteyecekler. Belki onlar da aynı amcaları, dayıları giibi, başka bir park için sokaklara çıkmak isteyecekler. özgürlükleri için isteyecekler, amcaları, dayıları için isteyecekler. onlar sokağa çıktıklarında evde tırnaklarını yiyen bir baba olacak. "Kızım niye gittiniz, siz bilmiyor musunuz...." o çocuklar içten içe kızacaklar o babaya, sonra hak verecekler, göğüslerine yatıp, çektikleri acıyı anlamaya çalışacaklar. Bir babaanneleri/anneanneleri olacak o çocukların. Oğlunu kaybetmenin acısını içinde, korkursunu torunlarının geleceğinde saklayan bir büyük anne... her gün aracayacak torunlarını. Akşam eğlenmeye gitseler, bir şey olacakmış gibi bekleyecek. Gaz maskesi takıp evde "her yer Taksim her yer direniş" diye onu güldürmeye çalışırken torunları, o, "yapmayın evladım, siz bilmezsiniz" diye hüngür hüngür ağlayacak. "tencere tava çalmaya başlamadan evde olun" cümlesini kuracak kadar, korkmuş, acımış olacak o insanların hayatları....  Ölen altı kişiyle ruhen ölen onlarca hayat olacak elimizde....
 

Nerden mi biliyorum...?

Siz en iyisi nereden bildiğimi bilmeyin anlayın, anlatın yeter.

20 Şubat 2013 Çarşamba

Kırmızı Soru İşareti

Kafasındaki beyaz başörtüsüyle, pamuk prenses edasına bürünmüştü dün. Çok önemli bir şey anlatacağım sana dedi. Başucundaki iskemleyi yatağa iyice yaklaştırdım. Önce bir bardak su istedi. küçük yudumlarla içti. Bazen iyice yoruyordu su içmek. Bir iki nefes dinlendi. her zaman yaptığı gibi sağ elini avuçlarımın arasına almam için bana uzatıp, anlatmaya başladı.

   - Sen biliyor musun ben dedeni gözüme kestirince ne yaptığımı?
   - Hayır hiç anlatmazdın ki sen böyle şeyleri tatlım....
   - Anlatmazdım ya, bu hastalıktan önce ayıp gibi gelirdi bana. Ama şimdi düşününce niye ayıp olsun ki? Anlatmalıyım. Bilmelisiniz...
Gözlerini kırpıştırarak, boğazını temizleyip devam etti.

   - İnsan yirmili yaşlarda daha cesur oluyor. ben o zamanın kafasıyla yapmıştım bunu. Ama şimdi onunla evleneceğimi bilsem, yine yaparım... Tıl Habeş'ten sonra Dörtyol'da bir okula tayin ettiler beni. okulda öğrertmen eksiği vardı. o zaman da lise mezunlaı vekil öğretmenlik yapabildiği için, gelmişti bizim okula deden. Hukuk fakültesinin tatil zamanı çalışayım diye vekil öğretmen olmuştu. Öğretmenler odasında ilk gördüğüm dedim. Bu adam Dörtyol'un en beyefendi adamı diye... Lakin beni farketmesi için bir şey yapmam gerekiyordu. Ben de o serseriliği yaptım. O gün okulda kimse kalmamıştı. Nihavent'le birlikte sınıfları geziyorduk. dedenin sınıfına girdim. Masasına oturup, ders defterini karıştırmaya başladım. O günün derslerini işlememişti deftere. O an aklıma geliverdi. Kırmızı kalem... Hemen cebimden bir kırmızı kalem çıkartıp. boş kalan dersin üzerine kocaman bir soru işareti koydum. İşte bu bizim küçük sırrımız, kıvılcımımız oldu. Kırmızı soru işareti.
Ertesi gün bir köşeye saklanıp, dedeni izledim. Ne yapacağını çok merak ediyordum. Sınıfa girdi. Defterde o koskocaman soru işaretini görünce, telaş içinde sınıftan çıkıp müdürün odasına doğru yürümeye başladı. Müdürün odasına az kala, durdurdum onu. Neden bu kadar telaşlı olduğu sordum. Kırmızı soru işareti dedi. Eğilip usulca söyledim: Dur dur korkma, ben koydum o soru işaretini senin defterine. Bir şey demedi deden. İşte bizim altmış yıllık hikayemiz böyle başladı....

Anlattıkları beni mest etmişti. Hala gözünde parlayan o aşk belirtisi kalbimi ısıtıp yumuşatmıştı o an. Ne tatlı dedim. Ne cesur. Ne kadar naif, masum ve zekice... içimdeki pırpır hal ile dedemi öpmeye giderken beni durdudu ve gözlerini çok mühim birşey aklına gelmişcesine açarak seslendi:
   
  -Bir gün sen de bir kırmızı soru işareti koymayı unutma! Olur mu?

                                                                                                         20 Şubat 2013
                                                                                                          Süreyya Plajı
                                                                                                                  SAD

10 Ocak 2013 Perşembe

Dörtyollu Çocukların Dayı Öğretmeni

Dün Hatay'ın portakal bahçesi kaplı ilçesi Dörtyol'un kurtuluş günüydü. Doksan bir yıl önce dün resmen özgür olmuştu Dörtyol... Nice Dayı Öğretmen yetiştirmek üzere...
Dayı öğretmen kim diyecek çoğunuz? Bir çoğuna göre Özerli Mahallesin'den çıkmış neşeli bir eğitimci, Dörtyol'daki binlerce çocuğu adam etmiş, hepsine İstanbul'a yerleşmesine rağmen kolkanat germiş bir ağabey... Dayı öğretmen benim hayatımda gördüğüm en sabırlı ve muhteşem eş, benim yandan gülüşlü dedem, Seydi Ahmet Dayı. SAD kervanının büyük üyesi...

Bugün haftalık ziyaretimi yapmak için gittiğimde çaylarımızı yudumlarken, her zamanki heyecanıyla bana Dörtyol Belediyesi'nin telefon numarasını elimdeki zıpçırıktan (i-phone,vs.) bulup bulamayacağımı sordu. Sanırım ondaki numara değişmişti. Dedemde Dörtyol ile ilgili bir bilginin olmaması imkansıza yakındı. Dakikalar geçmeden telefon numarasını ona okumamla, yüzünde beliren "aferin len" tadındaki muzur gülümsemeyi, ancak onunla yaşamışsanız anlayabilirdiniz... :) Heman ev telefonunu eline alıp, tuşlamaya koyuldu. Bu sırada da bana hadiseyi anlatıyordu. Dün Dörtyol'un kurtuluşuydu, ve dedemin yüzlerce Dörtyollu çocuğundan biri Belediye Başkanı olmuştu. Arayıp onun kurtuluş gününü kutlayacaktı. Bu, ordan bakıldığında tuhaf, komik, anlaşılmaz görünebilir. Ama O ve öğrencileri için çok önemliydi. Neden mi? Olaya devam edelim. Dedem aradığında onu başkan sekreterine bağladılar. Dedem büyük bir ciddiyet ve sabırla sekretere başkanla neden görüşmek için aradığını anlatıyordu. Sekreter hanımın sesi bize kadar geldiği için sesindeki hafif alaycı tavrı anlayabiliyorduk. Zaten dedem de savımı onaylarcasına bir ünlem kurdu telefonu kapar kapamaz: "Eşşoğlueşşekler!" Telefonu kapamadan iletişim bilgilerini bırakıp, başkanın dönünce kendisini aramasını tembih etmişti. Açıkcası korkuyordum. hem sekreterin seksen beş yaşındaki bu ihtiyarın çoşkusunu, ciddiyetini anlamayıp, bunu başkana iletmemesinden, iletse de başkanın dedemi arayıp aramayacağından. Ama portakal bahçesinin insanları beni utandırdılar. henüz beş dakika geçmemişti ki, başkan bey dedimi aradı ve araların hala çözemediğim "Dörtyolca" bir muhabbet başladı. Telefonu kapamamıştı ki, benim dönmem gerekti. Kalsaydım kim bilir ne anılar dinleyecektim.
Bugün portakal bahçesinin insanı bana, bu ülkede hala bir yerlerde koltuk sevdasına tutulmamış, onları yetiştiren insanlara hala samimi bir saygı duyan birilerinin olduğunu hatırlattı. Birileri için hala geldikleri mevkiiye ulaşmalarını sağlayan "gerçek kişilere" saygı ve minnet duyuyordu.
Evet benim umudum var! Nice Dayı öğretmen alfebeden önce öğrencilerine insalığını öğrettikçe, bu ülkenin içindeki cevher ışımaya devam edecek.
Nıce 91. Yıllara Dörtyol!
Nice öğretmen yetiştirmek üzere...
SAD