16 Ocak 2015 Cuma

Uzuuun Zaman sonra bir Babaanne hikayesi daha... "Hatyan" öğretmen kimdir?

Konya Öğretmen Okulu 1947-1948 yılı mezunu Ayten Dayı. Mezun olduktan bir yıl sonra, ondokuz yaşındayken Hatay’ın bir sınır köyü olan Tıl Habeş (Habeş tepesi), şimdiki adıyla, Açıkdere Köyü’nde öğretmenliğe başlar. Üç yıl bu köyde baş öğretmen olarak beş sınıfı tek başına idare eder...


Köye ilk gidişiniz nasıl oldu? Köylüler sizi nasıl karşıladılar?
Bir grup gardan gelip bizi aldı. İlk tayinim olduğu için annem ve babam da benimle gelmişlerdi. Hatay’dan köye kadar eşek sırtında gittik. Meydanda toplanmış köylüler beni görünce, “avrat kısmından ‘öğretlemen’ mi olur”dediler. Zamanla kadından öğretmen olabileceğini görünce buna alıştılar tabii.
Köyün okulu, bir tepenin üstünde, tek derslikli, sobalı, yan tarafında bir içlik ve iki odalı bir lojmanı olan tek tak üstünde bir binaydı. Sınıfta sadece yazı tahtası, öğretmen masası, cocukların otuması için köylülerin yaptığı altışar kişilik sıralar ve bir sac soba vardı. İlk gittiğimde uzunca bir süre okula hiç öğrenci gelmedi. Ben köyde ev ev dolaşıp çocukları topladım. Kadın öğretmen olduğum için kız çocuklarını okula yollamaya razı oldular. Ayten demeye dilleri dönmüyordu. O yüden bana "Haytan" öğretmen diyorlardı.  Köye gittiğimde muhtar dahil benden başka okuma yazma bilen yoktu. Muhtarın bütün yazı işlerini ben yapar, köye gelen jandarma , sağlık memuru hepsiyle ben ilgilenirdim.
Çocuklarla iletişim kurarken zorluk yaşadınız mı?
Köydeki çocuklar türkçeyi tam bilmiyorlardı. Yarısının dili arapçaydı. Onlara Türkçeyi öğrettim. Mesela tahtaya elma çizer altına türkçe “elma” yazardım, onlar da gelip yanına eski yazıyla “elma” yazarlardı. Okula gelen tüm çocuklarda bit, gözlerinde Trahom hastalığı vardı. Şehre indiğim zaman asitporik’li su ve Theramisin alır gözlerini tek tek temizleyip pansuman yapardım. Hepsinin bitlerini her sabah temizler öyle sınıfa alırdım. Onlar ertesi gün yine bitlenmiş gelirlerdi.. Bir sabah bir baktımi köyün bütün yaşlıları okulun kapısında toplanmışlar. Hemen gidip nolduğunu sordum. İçlerinden biri çıkıp, “sen çocukların gözlerini ayne gibi yapmışın, bizimkileri de yapıver” dedi. Onları içeri alıp gözlerini temizledim. “gözlerimiz ayne gibi oldu” deyip teşekkür edişlerini hiç unutmam.
Çocukların hiç birinin ayakkabası yoktu. Zaten ayakkabı alacak paraları da yoktu. Ayaklarına “gap gap” dedikleri takunyaları geçirir öyle gelirlerdi. O takunyaları da kapının eşiğinde çıkarır sınıfa öyle girerlerdi. Ben de taşa basmalarını istemediğim için çıkarmalarına mani olurdum. Onlar da ses çıkardığı için çıkarmak isterlerdi takunyaları. En sonunda onlara takunyayla ses çıkarmadan nasıl yürüyeceklerini öğrettim. Boyunlarında da içi boş bir çanta asılı olurdu. İçinde ne defter, ne kalem... Ben gene şehre maaş almaya indiğim zaman, hepsine defter kalem kırtasiyelik eşya alırdım. Tabii sınıfımızda da ders yapacak araç gerecimiz yoktu. Coğrafya dersi yapacağız haritamız yok. Babamdan bana büyük, tahta, çukur bir düzenek yapmasını istedim. Bu düzüneğin içine kum doldurttum. Sonra gidip toz boya aldım. Bu kum masasına elimle Türkiye haritası çizip, şehirleri toz boyayla renk renk boyadım. Böylece coğrafya dersi işler olduk.
Sınıfın yanında içlik dedikleri genişçe bir oda daha vardı. Orayı enstütü mezunu öğretmenlere atölye olarak kullansınlar yapmışlar. Biz o odayı müsamere odası yaptık. Kötü havalarlar bayram törenlerini orada yapıyorduk. Bir de kışın evlenen oldu mu düğün salonu da orasıydı. Çok eğlenceli geçerdi düğünderi. Adamlar kadın kılığına girer, bildiğiniz Orta Oyunu oynarlardı. Çalgılı cümbüşlü...
Kendilerine has bir dilleri vardı. Şiğveydi diyemem çünkü, kelimelerin anlamları tamamen farklıydı. Mesela, domatese “banadura”, patatese “keme”, fıstığa “ambit”, leblebiye “guduma” derlerdi. En büyük eğlenceleri Asi kenarına gidip leblebi yemekti. “Hocam Asi genarına gidek, habbe habbe guduma yiyek..” Ha bir de “bahtabakan”nımız vardı. Yani bukalenum. Hayvancağızları toplayıp üstlerine koyarlardı. Artık o gün üstünüzde ne renk kıyefet varsa bukalemun o renge döner, bu da sizin bahtınızın nasıl olacağını belirlerdi. O gün karaları giymişseniz vay halinize...

Yaşadığınız köy nasıl bir köydü? Neyle geçinirlerdi?
Tıl Habeş o zamanlar Antakya’lı bir köy ağasının elindeydi. Köylünün hepsi ona ırgatlık ederdi. O zaman orada zeytincilik yapılırdı. Köylü topladığı bütün zeytini ağaya verirdi. O da onlara karşılığın ya az bir miktar zeytin ya da para verirdi. Tüm köy böyle geçinirdi. Başka iş güç yapanı bilmem.. . Herkesin evinin önünde “heykere” dedikleri küçük bir bahçesi vardı. Bu bahçeyi mevsimine göre eker, yiyecek sebze meyvelerini oradan karşılarlardı. Çoğu zaman ektiklerinden bana getirirlerdi.  Et, yumurta alacak hiç bir yer olmadığı için babam bahçeye küçük bir kümes yaptı. Orada birkaç tavuk yetiştirip, onların yumurtasından, etinden yararlandık. Alış veriş yapabidiğimiz tek şey köye haftada bir ilçeden gelen çerçiydi. Herkes onun geleceği günü bilir, o gün öte berisini alırdı çerçiden.
Köyde okul dahil hiç bir evde saat yoktu. Bu yüzden çocuklar sabah ezanıyla okula gelir, akşam ezanına kadar ders yapardık. Öğlen ezanına kadar bir iki ve üçler, öğleden sonra da dört ve beşler gelirdi. Akşam olup okul bitiyse de ders devam ederdi. Akşam köyün bütün genç kızlarını okula toplar, onlara kitap okur, dikiş nakış yapmasını öğretirdim. Dikiş bilmedikleri için, elbiselerinin yırtılan yerine bir düğüm atıp öyle gezerlerdi. Sonra yama yapmayı öğrenip yırtıklarını yamamaya başladılar. Her akşam benden İstanbul’u anlatmamı isterlerdi. Ben de her akşam anlatırdım. Bu, onlar için şimdinin dizileri gibi, sanki büyülü bir dünyaydı. Seslerini soluklarını çıkarmadan saatlerce dinlerlerdi beni. Bir sabah bütün genç kadınlar toplanmış kapıma geldilerdi yine. Suriye’den bir şıh gelmiş köye. Çocuğu olmayan kadınların karnına dua yazıyormuş da, çocukları oluyormuş. Şıha görünmek için benden para istediler. Çok kızmıştım. “Olur mu öyle iş” deyip, kadınları evlerine yolladım. Sonra doğru jandarmaya... Köy küçük yer tabii, şıh benim jandarmaya haber verdiğimi duyup, daha onlar aramaya başlamadan köyü terk etmiş. Sonra bütün kızları, kadınları toplayıp tembih ettim. Bir daha şıha mıha inanmasınlar diye...
Askerden gelen mektupları okumak da benim görevimdi tabii. Postadan mektubu alan, soluğu benim yanımda alırdı. Mektuları beraber okuyup, ardından cavap yazardık. Ama birisi var ki, bir daha hiç öyle mektup görmedim hayatımda. Beşinci sınıfta okuyan Emine diye bir kızım vardı. Onun amcasının oğlu, Emine’nin ablasını öldürdüğü için hapse girmişti. Hapisten her ay mektup yazardı. Adı da “Zorlu Mehmet”ti bu herifin. Mektuplarında Emine’ye, ailesine kürfedip, tehtidler savururdu. Ben bunları Emine’ye okuyamaz, iyi şeyler yazmış gibi yapardım. Otuz yıl sonra köye tekrar gittiğimde gördüm ki, Zorlu Mehmet hapisten çıkıp Emine’yle evlenmiş.
Bir de iki tane çoban oğlum vardı. On altı yaşından büyük oldukları için o zaman  okula devam etme zorunlulukları yoktu. Kayıtlarını silebilirdim, ama silmedim. Onlara her sabah hayvanları otlatmaya giderlerken ödev verir, akşam dönüşte de verdiğim ödevleri kontrol ederdim. Bu iki çocuğum da çok zeki çocuklardı. Ailelerinin izin vermeyeceğini bildiğim için, ikisini de ailerlerinden habersiz Antakya’ya götürüp, Köy Enstitü’sü imtihanlarına soktup. İkisi de kazandı. Şimdi biri Galatasaray Lisesi’nde edebiyat öğretmeni, biri de Hatay’da bir okula müdür olmuş.

Tıl Habeş’e bir daha hiç gittiniz mi?

Evet, otuz yıl sonra bir aile dostumuzun doktor olan kızıyla sağlık taraması için gittik. Beni kırk yıl sonra tanıyabileceklerini hiç düşünmemiştim. Köy meydanına indiğimizde bütün köy meydana toplanmıştı. İçlerinden biri çıkıp, “Haytan öğretmen gelmiş” diye seslendi. Çok şaşırmıştım o kız benim o zamanki öğrencilerimden biri olacak yaşta değildi. “Kızım ben seni okutmuş olamam, sen çok küçüksün” deyince, gömleğinin yakasının açıp, içindeki işlemeli içliği gösterip, “siz benim annemi okutmuşunuz, o bana hep sizi anlatırdı” dedi. Bu kadar yıl sonra öğrencilerimin çocuklarının beni tanımasından çok etkilenmiştim. Sonra köyü gezerken gördüm ki benden sonra doğan bütün kız çocuklarına ya benim, ya da rahmetli annemin adını koymuşlar. Bunca mutlu olayın içinde o gün o köye tekrar gittiğimde beni en çok üzen şey ise, otuz yıldan bu yana ne köyde, ne de okulumda hiç bir şeyin değişmemiş olmasıydı. Bir tek şey değişmişti koskoca yerde, o da çocuklarımın okulduğu tahta sıralar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder