10 Temmuz 2013 Çarşamba

Medeni, Ali, Mehmet, Abdullah, Ethem ve Mustafa!dan sonrası...

‪#‎MedeniYıldırım‬ 18
‪#‎AliİsmailKorkmaz‬ 19
‪#‎MehmetAyvalıtaş‬ 20
‪#‎AbdullahCömert‬ 22
‪#‎EthemSarısülük‬ 26
‪#‎MustafaSarı‬ 27


Bu isimleri çok okuyoruz şimdi. Sosyal medya her an gözümüzün önünde, beynimizde, kalbimizdeler. Kimimiz çaresizce ince bir sızı hissediyoruz, kimimiz yürek dolusu öfke... Yediremiyoruz kendimize. Olmasaydı diyoruz. Tarihin tekerürüne bakıp, tarihin yazdığı dönemlerin ne sancılarla doğrurulduğunu yaşıyoruz. Hepimiz içimizde, kendiliğimiz kadar, kendiliğince... Zaman geçecek tabii! İnsanlık evrilmeye devam edecek. Unutmak girecek işin içine, unutacağız. Belki sadece ölüm yıldönümlerinde Deniz, Yusuf, Hüseyin gibi, saygıyla hatırlayacağız. bize, tarihin açtığı bir yara izini daha hatırlatacaklar.


Ama...

Herşeyin, asıl onlar için değişeceği birileri var ki, onlar hergün tarihin yazıldığı o acı günlerle uyanacaklar. Biber gazı, toma, Gezi Parkı sözcüklerini her duyuşlarında sinir krizleri geçirecek onlar. Belki her gün kilometrelerce bir mezar taşının yanına gidip gelecekler. Ya da mezarlığın yanından geçerken anneleri, "sana gelemiyorum oğlum" cümlesini kuracak insanların sayısı çoğalacak. Onların ardından okumak, ya da başka şehirlerde yeni hayatlar kurmak isteyen küçük kardeşleri, başlarına bir hal gelir diye, asla istedikleri yerlere gönderilemeyecekler. Olmak istedikleri şeyi olamayacak onların kardeşleri. Hiç içmeyen babaları bizim bildiğimiz anlamda ayyaş olacak. Sonra birine bir hastalık gelecek aniden. Eli ayağı bir daha hiç tutmayacak o babanın! Doktorlar şu cevabı verecek: "Üzüntünden amca. Bundan sonra sana üzüntü, stres yok!" onlar doktorları dinlemeyecekler. o üzüntüden hiç bir zaman kaçamayacaklar. Sonra o fidanların yiğenleri olacak. hiç tanımayacakları yiğenleri. O yiğenlere amcaları, dayıları anlatılırken, anlatanların boğazları düğüm, gözlerinde akamayan bir yaş. Ve işin aslı bu yiğenler onlara benzeyecek, sorgulayacak, düşünecek, söz sahibi olmak isteyecekler. Belki onlar da aynı amcaları, dayıları giibi, başka bir park için sokaklara çıkmak isteyecekler. özgürlükleri için isteyecekler, amcaları, dayıları için isteyecekler. onlar sokağa çıktıklarında evde tırnaklarını yiyen bir baba olacak. "Kızım niye gittiniz, siz bilmiyor musunuz...." o çocuklar içten içe kızacaklar o babaya, sonra hak verecekler, göğüslerine yatıp, çektikleri acıyı anlamaya çalışacaklar. Bir babaanneleri/anneanneleri olacak o çocukların. Oğlunu kaybetmenin acısını içinde, korkursunu torunlarının geleceğinde saklayan bir büyük anne... her gün aracayacak torunlarını. Akşam eğlenmeye gitseler, bir şey olacakmış gibi bekleyecek. Gaz maskesi takıp evde "her yer Taksim her yer direniş" diye onu güldürmeye çalışırken torunları, o, "yapmayın evladım, siz bilmezsiniz" diye hüngür hüngür ağlayacak. "tencere tava çalmaya başlamadan evde olun" cümlesini kuracak kadar, korkmuş, acımış olacak o insanların hayatları....  Ölen altı kişiyle ruhen ölen onlarca hayat olacak elimizde....
 

Nerden mi biliyorum...?

Siz en iyisi nereden bildiğimi bilmeyin anlayın, anlatın yeter.

20 Şubat 2013 Çarşamba

Kırmızı Soru İşareti

Kafasındaki beyaz başörtüsüyle, pamuk prenses edasına bürünmüştü dün. Çok önemli bir şey anlatacağım sana dedi. Başucundaki iskemleyi yatağa iyice yaklaştırdım. Önce bir bardak su istedi. küçük yudumlarla içti. Bazen iyice yoruyordu su içmek. Bir iki nefes dinlendi. her zaman yaptığı gibi sağ elini avuçlarımın arasına almam için bana uzatıp, anlatmaya başladı.

   - Sen biliyor musun ben dedeni gözüme kestirince ne yaptığımı?
   - Hayır hiç anlatmazdın ki sen böyle şeyleri tatlım....
   - Anlatmazdım ya, bu hastalıktan önce ayıp gibi gelirdi bana. Ama şimdi düşününce niye ayıp olsun ki? Anlatmalıyım. Bilmelisiniz...
Gözlerini kırpıştırarak, boğazını temizleyip devam etti.

   - İnsan yirmili yaşlarda daha cesur oluyor. ben o zamanın kafasıyla yapmıştım bunu. Ama şimdi onunla evleneceğimi bilsem, yine yaparım... Tıl Habeş'ten sonra Dörtyol'da bir okula tayin ettiler beni. okulda öğrertmen eksiği vardı. o zaman da lise mezunlaı vekil öğretmenlik yapabildiği için, gelmişti bizim okula deden. Hukuk fakültesinin tatil zamanı çalışayım diye vekil öğretmen olmuştu. Öğretmenler odasında ilk gördüğüm dedim. Bu adam Dörtyol'un en beyefendi adamı diye... Lakin beni farketmesi için bir şey yapmam gerekiyordu. Ben de o serseriliği yaptım. O gün okulda kimse kalmamıştı. Nihavent'le birlikte sınıfları geziyorduk. dedenin sınıfına girdim. Masasına oturup, ders defterini karıştırmaya başladım. O günün derslerini işlememişti deftere. O an aklıma geliverdi. Kırmızı kalem... Hemen cebimden bir kırmızı kalem çıkartıp. boş kalan dersin üzerine kocaman bir soru işareti koydum. İşte bu bizim küçük sırrımız, kıvılcımımız oldu. Kırmızı soru işareti.
Ertesi gün bir köşeye saklanıp, dedeni izledim. Ne yapacağını çok merak ediyordum. Sınıfa girdi. Defterde o koskocaman soru işaretini görünce, telaş içinde sınıftan çıkıp müdürün odasına doğru yürümeye başladı. Müdürün odasına az kala, durdurdum onu. Neden bu kadar telaşlı olduğu sordum. Kırmızı soru işareti dedi. Eğilip usulca söyledim: Dur dur korkma, ben koydum o soru işaretini senin defterine. Bir şey demedi deden. İşte bizim altmış yıllık hikayemiz böyle başladı....

Anlattıkları beni mest etmişti. Hala gözünde parlayan o aşk belirtisi kalbimi ısıtıp yumuşatmıştı o an. Ne tatlı dedim. Ne cesur. Ne kadar naif, masum ve zekice... içimdeki pırpır hal ile dedemi öpmeye giderken beni durdudu ve gözlerini çok mühim birşey aklına gelmişcesine açarak seslendi:
   
  -Bir gün sen de bir kırmızı soru işareti koymayı unutma! Olur mu?

                                                                                                         20 Şubat 2013
                                                                                                          Süreyya Plajı
                                                                                                                  SAD

10 Ocak 2013 Perşembe

Dörtyollu Çocukların Dayı Öğretmeni

Dün Hatay'ın portakal bahçesi kaplı ilçesi Dörtyol'un kurtuluş günüydü. Doksan bir yıl önce dün resmen özgür olmuştu Dörtyol... Nice Dayı Öğretmen yetiştirmek üzere...
Dayı öğretmen kim diyecek çoğunuz? Bir çoğuna göre Özerli Mahallesin'den çıkmış neşeli bir eğitimci, Dörtyol'daki binlerce çocuğu adam etmiş, hepsine İstanbul'a yerleşmesine rağmen kolkanat germiş bir ağabey... Dayı öğretmen benim hayatımda gördüğüm en sabırlı ve muhteşem eş, benim yandan gülüşlü dedem, Seydi Ahmet Dayı. SAD kervanının büyük üyesi...

Bugün haftalık ziyaretimi yapmak için gittiğimde çaylarımızı yudumlarken, her zamanki heyecanıyla bana Dörtyol Belediyesi'nin telefon numarasını elimdeki zıpçırıktan (i-phone,vs.) bulup bulamayacağımı sordu. Sanırım ondaki numara değişmişti. Dedemde Dörtyol ile ilgili bir bilginin olmaması imkansıza yakındı. Dakikalar geçmeden telefon numarasını ona okumamla, yüzünde beliren "aferin len" tadındaki muzur gülümsemeyi, ancak onunla yaşamışsanız anlayabilirdiniz... :) Heman ev telefonunu eline alıp, tuşlamaya koyuldu. Bu sırada da bana hadiseyi anlatıyordu. Dün Dörtyol'un kurtuluşuydu, ve dedemin yüzlerce Dörtyollu çocuğundan biri Belediye Başkanı olmuştu. Arayıp onun kurtuluş gününü kutlayacaktı. Bu, ordan bakıldığında tuhaf, komik, anlaşılmaz görünebilir. Ama O ve öğrencileri için çok önemliydi. Neden mi? Olaya devam edelim. Dedem aradığında onu başkan sekreterine bağladılar. Dedem büyük bir ciddiyet ve sabırla sekretere başkanla neden görüşmek için aradığını anlatıyordu. Sekreter hanımın sesi bize kadar geldiği için sesindeki hafif alaycı tavrı anlayabiliyorduk. Zaten dedem de savımı onaylarcasına bir ünlem kurdu telefonu kapar kapamaz: "Eşşoğlueşşekler!" Telefonu kapamadan iletişim bilgilerini bırakıp, başkanın dönünce kendisini aramasını tembih etmişti. Açıkcası korkuyordum. hem sekreterin seksen beş yaşındaki bu ihtiyarın çoşkusunu, ciddiyetini anlamayıp, bunu başkana iletmemesinden, iletse de başkanın dedemi arayıp aramayacağından. Ama portakal bahçesinin insanları beni utandırdılar. henüz beş dakika geçmemişti ki, başkan bey dedimi aradı ve araların hala çözemediğim "Dörtyolca" bir muhabbet başladı. Telefonu kapamamıştı ki, benim dönmem gerekti. Kalsaydım kim bilir ne anılar dinleyecektim.
Bugün portakal bahçesinin insanı bana, bu ülkede hala bir yerlerde koltuk sevdasına tutulmamış, onları yetiştiren insanlara hala samimi bir saygı duyan birilerinin olduğunu hatırlattı. Birileri için hala geldikleri mevkiiye ulaşmalarını sağlayan "gerçek kişilere" saygı ve minnet duyuyordu.
Evet benim umudum var! Nice Dayı öğretmen alfebeden önce öğrencilerine insalığını öğrettikçe, bu ülkenin içindeki cevher ışımaya devam edecek.
Nıce 91. Yıllara Dörtyol!
Nice öğretmen yetiştirmek üzere...
SAD

7 Ocak 2013 Pazartesi

Bugün İstanbul'da kar, benim ayacıklarıma nasıl yağdı?

Bilirsiniz oldum olası bayılırım Kar'a, kışa, soğuğa.... Bana hep temizliği hatırlatır, yeniyi, kadiri, saygıyı.... İnanın şu gözünü sevdiğim yağması, ne o güzelim baharlar açar dallarda, ne yeşil erik olur  harbi ekşisiyle, ne şeftali şeftali kokar...  İçimiz titremedikçe, gelen baharın, güneşin tatlılığın, yaseminli yaz gecelerinin kıymetini bilir miyiz, sanmıyorum.
Bugün, dişçi ziyareti sonrası, çekilmiş yirmi yaş dişimin boşluğuna, morfinden şişik yüzüme aldırmadan lapa lapa karın tadını çıkardım Konak'tan Tünel'e yürüyerek. İnsanların suratlarında mutsuz ve kormuş ifadeler vardı. Bense her kar tanesinin tadını çıkardım. Vapur, tren, tünel, yürüdüğüm Gezi parkı hepsi daha bir güzeldi bugün... Sonra nasıl olduysa sevgili çizmelerim 6 yılın sonunda bana ihanet edip, kar sularını içeri sızdırmaya başladı. Parmak uçlarım hafif hafif ıslanıyor, parmaklarım uyuşmaya başlıyordu. Normalde durup bir ayakkabı alıp yola öyle devam ederdik. (rahmetli Gülçin hanım öyle yetiştirmişti ne de olsa) Ama yapmadım. hergün kilometrelerce karın üstünde okula giden, sokaklarda yatıp kalkan binlerce insanlardan ne farkım vardı ki?iki göz, iki kol, iki AYAK. Acıdan uyuşan iki incecik ayak... Ayaklarımın tüm rahatsızlığına rağmen mutluydum. Doğaya karşı hepimiz eşittik, güvendiğimiz kul yapımı herşey, doğanın gazbından nashibini almaktaydı. Üşüyen ayak acısı herkes için aynıdır. Yürürken gülünecek bin türlü şey buluyor, İstiklal caddesi'nin ortasında kahkahalar atıyorduk annemle. Hasta olabileceğimi, şu satırı yazana kadar hiç gelmedi aklıma. Üşüyerek de mutlu olur insan, yeter ki kalbi taşlaşmamış olsun...
Şimdş evimde bütün kamuflajlarım tam, ayaklarım sıcak, kulağımda Kedi Rapsodisi, şu anında tadını çıkarıyorum. 
Sevgilerimle
SAD

2 Ocak 2013 Çarşamba

Yalçın Kızılay Alt Geçiti'nin bitmeyen çilesi!

Maltepe en işlek caddelerinden biri Mimar Sinan Caddesi. En işlek caddesi olmasının en büyük nedeni, Maltepe'den sahil yoluna inen tek yol olması. Bu cadde üstünde bulunan Yalçın Kızılay Alt Geçiti'nin son aylarda çektiği çileyi, Dünyanın hiç bir algeçiti çekmemiştir.

3.30 Tabelası var mı var(!!!)
Mesele sahil yolunda bir kaç ay önce başlayan Maltepe Marinası inşaatı ile patlak verdi. Bundan önce ayda yılda bir geçite girmeye çalışan, fakat ne geçitin, ne de kendi aracının yüksekliğini bilmeyen kamyon vb. araçların geçişini kolaylaştırmak için, bizzat annemin başvurusuyla, caddenin başına ve geçitin başına 3.30m tabelaları konmuştu. Fakat marina inşaatının hafriyat kamyonları bu tabelaları kale almadan günde en az iki kere geçitten geçmeye çalışıyor. Ve buyrun şamataya. Geçite sıkışan kanyonlar, yaklaşık yarım saatte geçitten geri çıkmaya çalışıyorlar. Bu sırada, cadde üstünde trafik üç yönlü olarak kilitleniyor. Dahası biz "geçit başı sakinleri", her seferinde, korna sesleri, deli gibi bağrışan adamlara ve geri geri gelmeye çabalayan kamyon sensörlerinin BİİP BİİİP BİİP seslerine tahammül etmek zorunda kalıyoruz. Geçitten geri geri çıkan tonlarca yüklü kamyonların frenlerinin patlaması durumda çıkabilecek faciayı takdir edersiniz ki, aklımdan geçirmemeye çalışıyorum.




























Bu hafriyat kamyonu serüveni başladığından beri, Maltepe Belediyesi, Büyük Şehir Belediyesi ve İlçe Emniyet Müdürlüğüyle yaptığımız görüşmelerdeyse, muhataplarımızdan, ya "Bu vatandaş olarak sizin göreviniz değil!" cevabını aldık. Ya da şikayetlerimiz kale alınmadı. En son çare olarak blog yazımı bitirir bitirmez, BİMER'e (Başbakanlık İletişim Merkezi) bir dilekçe yazacağım.
Olacakları size başka bir blog yazısında bildireceğim.
Görüşmek üzere...

SAD