24 Aralık 2012 Pazartesi

37 yıl sonra Kenan'la, kendimle ve deli saçması ülkemle sohbet....

Bugün 24 Aralık 2012, otuz yedi sene önce bugün, bir meslektaşımı vurmuşlar. Kimsenin ne yazacağını, ne söyleyeceğini bir daha asla bilemeceği meslektaşımı... Öğrenciliğni bile bitiremeden. henüz 19 yaşında henüz belki de hiçbir şeyken,  onda "çok" gördükleri neydi hiç blemeyeceğim. Çok gördükleri, şimdi yatağında yatan anasının elini tutmasıydı, "kaderi benzemesin" deyip durdukları gazetecilik mezunu yiğeniyle içeceği bir beş çayı idi. Çok gördükleri, sonradan kaç kere değişeceğini asla bilemeyeceğimiz "düşünceleriydi" belki... ve hiç bir zaman anlamak istemeyeceğim bir sürü zırva....
Gecen hafta onun bu dünyadan göç ettiği o şehirde, hiçbir şeyin değişmediğini seyrettim günlerce.... Okuyan insanların düşünmelerine karşı verilen o garip direnci, küçümsemeyi gördük. "Yanlış" yanlış bilinenlerce, "yanlış" bilenlere hiç anlatımadı bu ülkede, 37 yıl önce kurşun, bugünse plastik mermi ve biber gazı tercüman oldu. Oradan bakınca da saçma duruyor dimi? Elmalarla armutları toplamak gibi. Kenanın kafasında her ne vardıysa beğenmediğiniz, bunu yok etmek için bir beden kullanmak...  Bizim adalet anlayışımız Galileo'nun ev hapsinden beri tuhaf işte. Soyut fikirlere somut silahlarla, somut savaşlara da, soyut gevezeliklerle karşılık vermeye çalışıp duran bir kısır döngü...

Birşeyler değişmedi mi çocuk? diye sorarsan bana Kenan, Değişti tabii, Senin yokluğuna sebep olup da o gün "var" sayılmayan o "uzun saçlı, şapka takan" insanlar var ya, onlar bugün "entellektüel" diye bir tabirle televizyonlara çıkıp "düşüncelerini" aktarıyorlar...

Biz burda kime emateniz bilemiyorum ama,

Sen orada Allah'a emanet ol...

* 24 Aralık 1975'te Ankara'da gazetecilik okurken vurulan Kenan Dayı'nın davsı, "bir insan hem uzun saçlı olup, hem de şapka takamaz. Bu cinsiyetininin belirlenmesi ortadan kaldırır" gibi saçma bir cümleyle kapanmıştır.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Toprakların Hükümsüzlüğü


Karşıdan  garip, tuhaf bir adam geliyordu. elinde kazmalar kürekler, oraklar sabanlar...Üstü başı toprak içinde, elleri çok çirkin, çatlak. Sonra topraklarıma girdi. Koca çizmeleriyle her yere ayak izini bıraktı. Üstünde başka kıtaların DNA'ları... hepsini döktü toprağıma... bu yabancılık hissine dayanamıyordum. Neydi bu? Elindeki tüm aletleri sırayla kullanıyordu. olmadık yerlerimi kazıyor, başka başka hislerin topraklarını alıp harmanlıyordu... tüm bunları yaptıktan sonra, günlerce, haftalarca, tüm toprağı usul usul düzeltti. Sonra başlayan o kocaman sessizlik. Milyon saniyelerce hiçbir şey yapmadan durdu. ve ağladım. Gecelerce günlerce ağlıyordum. Ben ağlarken, yüzündeki o güneş gülümsemesiyle bana: İşte bunu bekliyordum dedi. Çok kızmıştım. zaten hallaç pamuğuna dönmüş bu topraklara bir de ağlamak eklenince, nasıl gülünebilirdi. Topraklarımın tam ortasındaydı artık. o geniş mi  geniş arazide küçücük kalmış, tüm küçücüklüğü ile devasa bir hükümdarlık kurmuştu. ne hale çevirdiğini anlamadığım topraklarım, onu, tam orta yerinde kalmış o küçücük adamı, her zerresiyle biliyor olmuştu bir anda. Her şeyi çözdüm demiştim. Adımları, kocaman aletleriyle üzerimde oluşturduğu binlerce garip oluş, hepsi ne kadar da ona ait gibiydi...  Ya da ben öyle sanmıştım.
O gün güneşle birlikte, daha önce hiç kullanmadığı bir şey çıkardı cebinden... küçücük sarı şekilsiz bir tohum. Tüy kadar hafif... Güneşle, suyla, havayla, toprakla hepsiyle çok güçlü bağları olan, hiç birine benzemez bir zerre... onunla ne yapacaktı çok merak ediyordum. Tohumu sımsıkı avuçlayıp, deli gibi koşmaya başladı. ve zıplayıp olduğu yerden en uzak yere düştü toprağın üstünde. Düştüğü yeri var gücüyle kucakladı. Öptü. kokusunu içine çekerek, toprağı saçlarına sürttü. zaten yeterince hükmetmiyor muydu? neden bir olamamıştı hala? Bu çabası niyeydi? Çok mutluydum. sonra buldum cevabını. O sabah toprağa kendini bıraktığı yer, ne benim ben de, ne onun bende, ne de benim onda tanıdığım bir yerdi. "Bir" yerdi, başka "bir" yerdi orası... Elindeki tohumu usulca oraya gömdü. üzerini hiç davranmadığı şekilde nazikçe örtüp, bir daha ağla dedi. kahkahalar atarak ağladım....

Tohum filizlenip, ne olduğunu gösterdiği vakit görüşmek üzere...
SAD...

17 Aralık 2012 Pazartesi

Şiir ile Susun Hikayesi

-->
Bir kentte hiç durmayan bir Şiir varmış. Bu kentte yaşayanların hiç biri, bu şiirin ne zaman başladığını bilmezlermiş. Şiir o kadar uzunmuş ki, kenttekiler ne zaman şiiri anlamaya kalksalar, mutlaka bir yerden sonra kafaları karışır. Mutsuz olurlarmış. Oysa ki şiir hep onlara en güzel dizelerini seçip seçip, allayıp pullayıp, öyle sunarmış. Yine de, şiir dinletse, kentli anlamaz, kentli anlayacak olsa, Şiir anlatamaz bir halde yılardır sürüp gitmiş bu düzen.

Bu Kentte Şiirin sürekli konuşmasından daha kötü bir durum varmış ki, o da Susun gelmesi. Sus ne zaman gelse, Şiirin en korkulu rüyası olurmuş. Hiç durmayan Şiiri, günlerce, haftalarca durdurup, hiç bir fısıltıya müsade etmezmiş. Susun sessizliği o kadar büyük olurmuş ki, kentlilerin bağırışlarını bile yutarmış. Sürekli Şiirin gürültüsünden birbirlerini duymakta zorlanmaları yetmezmiş gibi, bir de Sus geldi mi hiç duyuramamaları onları daha da karmaşık bir duruma sürüklermiş.

Bir gün Şiir Susun kendi kentindeki bu haksız hükümranlığına daha fazla dayanamayıp, ona savaş açmaya karar vermiş. Dünyanın her yerinde yaşayan ne kadar şair varsa toplamış kentine. Şiirin düşüncesi şuymuş: eğer bütün şairler bütün şiirlerini hiç durmadan arka arkaya okurlarsa, Susun sessizliği ortadan kalkacak, böylece bütün dünyaya yalnızca şiirler hakim olacakmış. Fakat konuşamadığı için nasıl haber vereceğini bilememiş. Şiir bunu düşünürken Yazı gelmiş aşklına. Yazıyı kullanarak, ses çıkarmadan bir sürü mektup yazabiliyormuş. Bu Susun çok hoşuna gitmiş, yine de, bu sessizliği yenmesi gerektiğini biliyormuş. Çünkü yazı da olsa hiçbir şey sese dönüşmedikçe anlamlı değilmiş şiir için. Şiir Yazının yardımıyla  Dünyadaki bütün şairlere ulaşmaya başarmış. Şairler de, Şiirin bu çağrısına kulak verip, o kentte doğru yola çıkmışlar. Şairler kente yaklaştıklarında, hepsi çok yorgun bitkin bir haldeymiş. Çünkü, hiç bir ses gelmeyen bu kentte gelebilmek için çok uğraşmışlar, kent o kadar sessizmiş ki, kimse onun hangi yönde olduğunu kestirememiş. Şairler kente varır varmaz uykuya dalmışlar, sabah Susu yenmek için enerjiye ihtiyaçları varmış.

Ertesi sabah bütün şairler kent meydanında toplanmışlar, şiir o kadar çok şairi meydanda bir arada görünce çok sevinmiş. Sonunda tepelerinden kötü kötü bakan Susu, yenebileceklermiş. Şiirin işaretiyle, meydandaki bütün şairler, tüm güçleriyle, bütün şiirlerini okumaya başlamışlar. Fakat sus şairlerin seslerine öyle karşı koyuyormuş ki, şairler havaya duyulmayan sözler savururken, gittikçe öfkeleniyorlarmış, sesler ve Susun devasa sessizliği kenti yok edecek bir hale gelmiş. İnsanlar duymakla duymamak arasında bu savaşın bitmesi için dua etmeye başlamışlar.

Tam her şey bitti dedikleri sırada, uzaktan bir şey duyulmuş, bu duyulan şey şiirden başka bir şeymiş, üstelik kendi kendine susup, yeniden başlayabiliyormuş, bu gelenin ne olduğunu anlamak için, şiir dahil, bütün şairler susmuş. Sus da bu sese izin vermek için kenara çekilmiş. Bu gelen şeyin adı Müzikmiş. On dört tane sihirli değneği varmış elinde, ve bu değneklerle istediği zaman susup, istediği zaman da şiirlerle bütünleşebiliyormuş. Müzik nota dediği sihirli değnekleri Şiirin ve Susun eline vermiş, ve şöyle demiş: bunca yıl Şiir ve Sus olmaktan çıkamadığınız için bir yere varamadınız. Bundan sonra Şiir, senin adın Şarkı Sözü. Senin adınsa ES demiş Susa dönerek.

O günden sonra, Şarkı Sözü olan şiir Susa,  ES olan Sus da, şiire bağlı kalarak, sessizliğe gömülmeden, dura söyle şarkı olup yaşamışlar.

SAD
                                                              18.12.2012


30 Ekim 2012 Salı

Kulağına küpe olsun RTE

Bilirsiniz değil mi Osmanlı padişahlarının kulaklarını neden deldirdiklerini? "Senden büyük Allah var" bunu hatırlatmaktır o kulağa takılan küpelerin anlamı. Küpe ellerine geldiğinde, aynada kulaklarında küpe olduğunu gördüklerinde, halklarına karşı sorumluluklarını hatırlayıp, böbürlenmekten vazgeçerlermiş varsayılır.
Öğlen sabırla oturum TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğanın konuşmasını dinledim. Dinlemezsek anlayamayız, bize öğretilen buydu değil mi? İşte dün Başta Ankara ve İstanbul'da yapılan Cumhuriyet kutlamaları da, 61. hükümete yapılan en güzel seslenişti aslında. Anladılar mı? Hayır!
Anlaşılmamış ki bugün talihsiz ve agrasif açıklamalar yapıldı AKP grup toplantısında.

Birincisi Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetmekle yükümlü olarak iktidara gelen her hükümetin birinci görevidir, bu ülkede bir şeyleri iyileştirmek. Sürekli önümüze AKP hükümetinin yaptığı şeyleri önümüze sunmak, gaz almaya çalışmaktır. "Elinizdeki TC pasaportunun değerinin on yılda ne kadar arttığının farkında mısınız?" türünden bir cümleyle, Türkiye vatandaşı olmayı, İngilizce olarak yazacağım ilk önce, "product" Türkçesiyle ürün olarak görmek, kendinizi de o ürünü pazarlayan başka bir "şey" olarak göstermekten başka bir anlama gelmez.

İkinci kısma gelirsek, dün yapılan millet yürüyüşlerini, CHP provakatörlüğü altında yapılan terör eylemi şeklinde bakmak... Şunu iyi anlamak gerekir ki, dünkü yürüşlerde kalabalık içinde hiç kimsenin CHP'yle bir derdi yoktu! Orada başbakanın terörist olarak nitelendirdiği kitle, hipodromda milletçe kutladık dediği kalabalığın geri kalan çoğunluğuydu.
Her fırsatta "İleri Demokrasi" ibaresini yüzümüze vuran başbakanımız. bugün dünyadaki tam demokratik ülkelerin halklarının tepki verişlerini görse, ne yapardı çok merak ediyorum. Terörist diye adlandığınız grup, demokrasinin ana karakterinden biri olan halk muhalefetinin sesiydi hatırlatırım. Eğer Suriyeli muhaliflerin sesini duyuyor ve anlıyorsanız, ülkenizdeki muhalif sesleri de anlamanız gerekir sayın Başbakanım! Üstelik sizin bunu anlamanız için kulağınıza küpe olacak şey, sokaklardaki insanların sesidir.
Yani Padişahlar için "senden büyük Allah var" ise; Cumhuriyet için de, "senden büyük halk var"!

Sevgilerimle...

SAD

10 Ekim 2012 Çarşamba

Tıl Habeş'li çocukların yok edilişi

Bizim yarım küredeki insanlar kışa ısınıyorlar yavaş yavaş. Bütün pisliklertinin üçüncü sınıf otel lobilerilerine sinen sigara kokusu gibi üstlerine sineceği bir kışa... Yağmur sonrası kanalisazyon çukurlarına akan yağmur suyuna akıtıp kinlerini, tüm bu nefreti ekosisteme geçirmek için denizlere boşaltacaklar. Bombalar her patladığında, daha beyaz olanlar, sıcak banyolarının buhulu aynalarında görmezden gelecekler çığlıklarını, güney yarım küreye daha yakın olanların.... Sanki çok temizlermiş gibi, siyah boğazlı kazaklar giyip, örümcek beyinlerinin üst katmanında biriktirdikleri tüy topluluğuna biryantinler sürüp, parlak adamlar olarak çıkacaklar karşınıza. Ve hergün beyaz adam bir ton koyusundan başlayıp katletmeye devam edecek, en siyahı yok edene kadar. Kendi pisliğini örten beyaz derisinin hükümdarlığından emin olana kadar. Çöplükler temiz ve lüks malzemelerden oluşan çöplükler kalacak geriye. Prezervatif plastiğine bulaşmış, aynı bakan, aynı gören, aynı "düşünemeyen" DNA'larla dolu otokontrollü bir çöplük. Savaşların kalıntıları, siz her "temizledik" dediğinizde evinizdeki kadınla, sokakta seviştiğiniz kadının derdinin aynı yeşil kağıt parçacığı için olduğunu gördünüz zaman çarpacak yüzünüze. Çocuklarınızın pamuk beyazı, obur mantarlara dönüştüğünü göreceksiniz. Demokrasilerinizin içinde bilgisayarlaştırdığınız öğretmenleriniz, mantar çocuklarınıza anlatacak müzik, yemek, şiir bulamadığında küreselleşmiş olacaksınız.
Yeni dünya dediğiniz yerde, babannemin Asi kıyısına gidip "habbe habbe guduma" yiyen, bugün sınır kapısı dediğiniz yerden, kaçarak okula gelirken öğretmenine aşından bir lokma getiren, Tıl Habeş'li çocuklarını yok ettiğinizde içiniz rahat olacak...

NOT: Tıl Habeş yeni adıyla Açıkdere köyü, babaannem Ayten Dayı'nın 1948 yılında tayin olup ilk öğretmenlik yaptığı, Hatay'ın Suriye sınırındaki köylerinden biridir....

9 Eylül 2012 Pazar

RHCP rüyası ve sonrası....


Evet geçtiğimiz 5 ayın her 8. gününde size dün gecenin heycanını hatırlattım. Ailemin bana aşıladığı RNR aşkının üstüne benim onlara tanışttırdığım ilk gruplardan biriydi ve bu konser için yıllarca bekleyenlerden biriydim.

Konserin performans bölümüne dair ( İTÜ bir muzikoloji  Y. Lisans öğrencisi adayı olarak) profösyonel yorumlar yapıp haddimi aşmayacağım ama genel olarak Flea, Anthony,Josh ve Chad onlardan beklediğimiz lezzette bir konser yaşattılar bize. Ayrı ayrı hepsinin yaptığı sololar, Josh ve Flea'nın uyumu, Anthony'nin her zamanki delice hareketliliği ve Josh'ın kırık ayağına ramen bize hiçbir şey hissettirmecesine çalması... Ayrıca neredeyse hiç bir Setlistlerinde olmayan, benim son albümde delicesine severek dinlediğim  Did I Let You Know'u İlhan Erşahin'in saksafonu eşliğinde çalmöaları benim için konseri unutulmaz kılacak olaydı.
 Konser sırasında ve sonunda verilen mesajlarsa evrensel bir bakış açısından, ülkemizin şu günlerdeki durumuna bir uyarı niteliğindeydi…

Gelelim seyircilere.... 

Turne I'm Whit You albümü dolayısiyle gerçekleştiği için, otomatikman şarkılar son album ağırlıklı olacağı bilinen birşeydi. Snow Snow diye bağıran kitle biraz setlist taraması yapsaydı, belki bu kadar hayal kırıklığına uğramayacaklardı. I’m Whit You’daki şarkılar dahil bütün şarkıları avazım çıktığı kadar söylediğim için bana gülümseyerek ve hayretle bakan Golden Ring seyircileri de olmayacaktı… Arkamda görebildğim (200-300 kişillik) K1 seyircileriyse Cant Stop ve Under The Bridge dışında yine pek eşlik etmiyorlardı… (Çevremde görebildiğim kadarıyla konuşuyorum. Yine de Sezar’ın hakkı Sezar’a…)

Ben nasıl mı Golden oldum?

Normalde biz de (dünyanın en cool konser seyircisi Kerem ile) her orta halli vatandaş gibi K1 biletlerimizle yollara düştük. Ben pozitifin Engelli girişi anonsunu sosyal medyada duyduktan sonra girişte oraya yönelip nasıl bir platform oluşturduklarına bakmaya karar verdik. Tüm engellileri Golden Ring kapısından içeri aldıkları için, kendimizi, bir anda Golden Ring içinde dolaşırken bulduk. Bu, benim için ilk defa sınıf farkına teslim olduğum andı. Arkama dönüm K1’dekilerin haline baktığımdaysa Pozitif’in beni ezilmelten kurtardığını farkkettim… Hareketlerimin kısıtlanmaması açısından konseri çok keyifli seyrettiğimi söyleyebilirim…

Tüm bunların yanında, K1deki arkadaşlarımın görüş açıları ve üstüste konser seyretmeye çalışmalarını gördükten sonra, aylarca Santralİstaanbul RHCP için doğru yer değil diye haykırışlarımızın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görmüş olduk...
 
Dönüşememek…

Dün gece haliç sokaklarında çaresizce metrobüs durağına kilometrelerce yürüyen binlerce kişiden biri olarak, Sanntralİstalbul’un dönüş plansızlığına deliler gibi kürfedenlerdenim! Siz gelin para harcamanız rahat olsun, sonra ne haliniz varsa görün mantığını anlamak mümkün değil. Sadece şu kadarını söylüyorum anadolu yakası için Kadıköy’e bir ring sefer düzenlenseydi çıkıştaki izdihamı yarı yarıya engellmiş olurdunuz….


Sevgili meraklılarım umarım yukardakı uzunca yazım size dün nasıl bir gün geçirdiğim hakkında bir cevap vermiştir…

Görüşmek üzere… 

24 Haziran 2012 Pazar

Yine'nin Yenisi

Eteklerindeki çiçeklerin renkleri saydı içinden. Kırmızı, mor, yeşil, turuncu... Derin bir nefes alıp, karnını içeri çekerek, parmak uçlarında dönerek kendini seyretti aynada. saçlarını ıslatıp geriye doğru özenle taradı, ardından sıkı sıkı topladı. Heyecanlıydı bugün görecekleri için. Ayakkabılarının çamurlarının temizledikten sonra, elbilesinin tonlarına uygun bir hırka seçti kapının arkasından. Gerçekten yolculuğu boyunca keşfedeceği yeni şeyleri düşündükçe evden çıkmak için sabırsızlanıyordu. odadan çıkmadan önce, telaşından odayı ne halde bıraktığı farketti. Hemen yatağını düzeltti. Anneannesinin el emeği kaneviçe yastıkları karyolanın üstüne koymadan özenle kabarttı. pencreyi açıp, temiz havanın içeri dolmasına müsade ederken, cam güzellerinin hafiften çirkinleşmeye başladığını farkketti. Bir şeylerin, eskimesini, solmasını, kırılmasını oldum olası sevmezdi. Bir kap su alıp onlara can verirken keyifleri yerine gelsin diye bir türkü mırıldanmaya başladı.

Zeytinden aşı mısın?


Güzeller başı mısın?

Gönderdiğim mektubu,


Koynunda taşır mısın?


Çiçeklerinin yüzü gülmüştü. odasının kapısının çekip iki üç adımda mutfağa yöneldi. Çay kokusu masada duran lavantaların kokusuyla karşmıştı. Çabucak işe koyulmak için, annesinin her sabah özenle hazırladığı kahvaltıyı bir seferde yutmak geliyordu içinden, ama yapamazdı. Emekle hazırlanmış bir şeye özensizlik gösterilmesi onun için en büyük küfürlerden biriydi. O yüzden mükellef bir ziyafet sofrasındaymış gibi, keyifle bitirdi kahvaltısını. karşı duvardaki saate bakarak hızlandı. 8:30'da Rıfkı amcanın kapısında olmalıydı. Bugün yeni bir gündü. geç kaldığı her saniye yolunun üstünden geçecek farklı bir olayı, detayı kaçırması demekti. on dakika sonra kapıdan dışarı çıkmıştı. Her zamanki gibi erkenden bahçeye inmiş olan anneannesinin yanağından bir öpücük alıp, yamulmuş yemenisini düzeltti. Nerede olursa olsun derli toplu olmayıdı bir insan...


Saat tam sekiz buçukta yan evin kapısında hazır bir şekilde, kapıyı tıklattı. Kapının açılmasını beklerken, yanı başındaki bir kova suya eğilip, yansımasında saçlarına, yüzüne tekrar baktı. üstünü başını düzeltirken, hırkasının sofra kenarındaki ekmek kırıklarını topladığını gördü. heyecanından evden çıkarken bununla bile ilgilenememişti. El çabukluğuyla üzerini silkti. Bu arada Rıfkı amca kapıda belirdi. gülümseyerek günaydınlaştılar. verandadan aşağıya inerek, ahır kapısına yöneldiler. Rıfkı amca ahırdaki beş koyunu otlatmaya götürmesi için hazırlarken, bundan fırsart bulup, Şimşek'in yanına gitti. Yarasını kontrol etti. oldukça iyi görünüyordu. Üstündeki kabuk birkeç güne düşecek altından yeni deri çıkacaktı. Bu yeni günün ilk güzel olayıydı. Öyle sanıyordu ki, bugün birçok iyi şeyin habercisi olacaktı.

Rıfkı amca koyunları dışarı çıkartıp seslendi:
- Artık biraz erken dönün Zeynep, günler iyice uzadı. Ne sen çok yorul, ne de hayvanlar sıcakta perişan olsun...

Zeynep talimatları can kulağıyla dinledikten sonra koyunları da alıp, patika yoldan  aşağı, sanki ilk defaymışçasına meraklı, yürümeye başladı. Güneş bu 24 Haziran günü bütün haşmetliyle, Zeynep'in iki yıldır her yaz tatilinden yaptığı işe ışık tutuyor, ondaki tüm "yine"leri "yeni"ye dönüştürme arzusunu destekliyordu. onun hayatı, tüm yinelerin içinde, her yeniyi keşfetmekle büyüyor, evreni, uzayın boş genişlemesinin aksine, bir çınar ağacı gibi, yeşil tonlarıyla bezeli yaprakları gibi serpiliyordu.


SAD

27 Mayıs 2012 Pazar

babaanneme...


Babaannemin hastalığından sonra toparlanma sürecinde, ona herşeyi yeniden öğretiyoruz. Mevsimleri, bitkilerin çiçek açma zamanlarını, çarpım tablosunu, Tespih çekerken neler dendiğini... Sabırla sorduğu bütün soruları yanıtlıyoruz. Kısa süreli hafıza egzersizi için öğrendiklerini 15 dk. arayla tekrar soruyoruz. Tüm bunları yaparken iki şeyi bir kere daha öğrendim. "Çocuk eğitimi sanatların en büyüğüdür." -ki bu sözü bana söyleyen yine babaannemdir, ikincisi ise, Torunların büyükanne-büyükbabayla yetişmesi, çocuk eğitimi ve gelişimi için çok önemlidir. Bu ikincisini neden tekrar ediyorum derseniz; bugün anladım ki, benim şimdi babaanneme öğretmeye çalıştığım herşeyi zamanında büyük bir sabırla o ve diğer büyüklerim öğretmiş. Sanırım günümüzde bu dögüye -büyükler ve torunlar döngüsü- sahip olan ve bunu sonuna kadar yaşayabilen çok az aile var... Bu yüzden bir kere daha söylemek istiyorum: ben dünyanın en şanslı çocuklarından biriyim.

SAD

26 Nisan 2012 Perşembe

Kardeşe...

Arkamda yatağımın üstünde elinde klasik gitarıyla bir şeyler tıgırdatıyor hayatımdaki en önemli adamlardan biri. Annemle babamın güzel geçirdikleri zamanlardan kalan en güzel hediye bana. ilham gibi, ya da bir uyarı işarti karanlığın içinde... Boşluğa düşeyazılan zamanlar olur ya hani, o zamanlarda, bu koca ayaklı, evin katalizörü durumundaki adama bakmam yeterli oluyor. Garip bir sorumluluğu var kardeş sahibi olmanın, sevgisi de hayat gibi gelli gitli oluyor. Ama şüphesiz bakiliği... Ne kadar dişlerimi sıktığım zamanlarımda olsa kafasını kırmamak için, endişelerim de hep geleceği için. Bilmiyor tabii... Onun için ablası hep örnek gösterilen iç sıkıcı idol alınması gereken kadın! Ne sıkıcı değil mi? İnanın ben de olsam ben de burun bükerdim böyle bir cadı karşısında saygı göstermeye(!) Ama öyle değil işte, Kardeş sevgisi de bir aşk biliyor musunuz? hem de çocukluk aşkı dediğiniz cinsinsinden. :) Evet evet tam "büyük aşklar nefret başlarmış" lafına uygun bir aşk. Paylaşacak çok şeyim var, Sulak araziden büyütülmüş genç adamla. İyi ki var...

1 Nisan 2012 Pazar

Zamansız Tohum

bir bahçe... bu benim bahçem... içinde herşey yetişmeyen bir bahçe... sevgimi vermeye değer bulmadığım hiçbir şeyin büyümediği bir toprak parçası. Dört mevsim yeşil kalan ağaçları var mesela bahçemin onlar hep sağlam, çalışmaktan yorulduğumda gölgelerine sığındığım ulu ağaçlar... Sonra bir de hercai menekşeleri var bahçemin. Nazlı çiçeçler familyasından. İlgilenmedin mi küserler bilirim. Boş bırakmaya da gelmez onları hemen boyunları bükülür. Ama bir açtılar mı? Hani o kadar tasasını çekmeye değer bu meretlerin, bir açtılar mı insanın gözü gönlü açılır. Sarmaşıklar cinsinden bir yasemini severim. Hem kararınca sarar yasemin. Ayıpları örter. Çiçekleri de mütevazıdır, küçük, beyaz, ince ve zarif. Yasemin senin yanındadır hep. kendini görmesen de kokusuyla uzaklardan varlığını hissetirir. Hem güven hem de huzur verir adama. Bundan iyisi mi var değil mi? Hep sefa içinde gezdiğimi düşünmeyin bahçemde... Zaman zaman eğreti otları sarar ortalığı. İsmininden de belli eğreti otu. Kökü sağlam olmasa da yüzsüzce üreyen cinsinden. Adamın ayağına dolanır olmadık yerde. Bunları ihmale gelmez ara sıra yolmak lazım, yüzüne gözüne bulaştırır işleri insanın! Süpriz çiçekleriyle kaktüsler vardır. Nasıl ne renk ve ne zaman açacaklarını kestiremezseniz. Fazla yormaz kaktüsler ne su isterler ne budama... Ama sürpriz dedim ya ne zaman yüzünüzü güldürecekleri hiç belli olmaz...
 İşte tüm bu zenginliğin içine birgün, nereden geldiğini bilmediğiz bir tohum konar. Siz farkında bile olmadan yeşerip, bahçenin kuytu köşelerinden birinde size göz kırpmaya başlar, Çok heyecanlanırsınız. Bu filizlenen yabancının size ne vereceği bazen tüm çiçekleriniz önemli olur. Ne istediğini bilmeden her şeyi verirsiniz ona. Emin olduğumuz tek şey, bu el tohumunun sizin toprağınıza yatkın olduğudur. Yoksa niye pıtıraklanıp kafasını çıkartsın ki diye düşünürsünüz. Lakin bu ağaç hep beklemediğiniz şeyler verir size. Dallanıp budaklanacağını beklediğinzde bodur kaldığını görürsünüz, Çiçek açıp, meyve vermeye kalktığında ağzınız sulanırken, yemişinin yenmediğini öğrenirsiniz. baharın tam ortasında ap ansız yaprak dçktüğünde, tam kökünden budamaya kalkarsınız ki öldü diye, baltayı her vurduğunuz yernen daha kuvvetli fışkırır. Dallarına salıncaklar kurup, havalara uçmak isterken siz, onun bedeni çok cılız ve güçsüz kalır. Büyümez artık yok bitti bunun işi derken, yayılmacı bir politikayla pencerenizden içeri sokar ışkınlarını. Kırılmasın diye camı kapayamazsınız. İçiniz ürperir... Tüm bunlarla uğraşmaktan yorgun düşer, ne yapacağınızı bilmez halde bırakırsınız onu. İşte o zaman onun mevsimidir. Size seyredip, keyfini sürmek düşer...
SAD

13 Mart 2012 Salı

Sivas'tan Kenan'a selam olsun... Nice "hayırlı" karalara Türkiye'm

Aslında bugün blog sayfamı Sivas davasıyla ilgili birşeyler yazmak için açtım. yazdım sildim yazdım sildim... Kararda geçen "insanlık suçu değildir" cümlesini düşünürken aklım gene o eski yaraya gitti... 1975 'te Kenan'ı alıp götürdüklerinde, hakimin davayı düşürmek için verdiği karara: "bir insan hem şapka takıp, hem de uzun saçlı olamaz." kişinin cinsiyeti belirlenememiş, tıpkı bugünki dava gibi Kenan'ın davası da böylece kapanıp gitmişti... Bu cümleyi öğrendikten sonra çok daha iyi öğrenmiştim hiçbir şeye şaşırmamayı... Hele ki bu ülkenin adalet sisteminin verdiği "üstünü örtme" kararlarına... Kanayan yaralaralar zaman aşımına uğramaz bu ülkede, sadece kanayan yaralar kanırttıra kanırttıra aşındırılarak daha büyük izler bırakır içimizde...
Dün Nedim ile Ahmet'in dışarı serbest bırakılması, bozuk saatin günde iki kere doğruyu göstermesiydi... Bugünse Egzozunu adalet tıkamış, üstüne Kenanlar, Sivaslar, Hrantlar kazınmış külüstürümüzle, kendi dumanımızda boğularak yola devam ediyoruz.
Nasıl demişti Uğur son yazısını noktalarken?
Geçmiş olsun... Geçmiş olsun....

7 Mart 2012 Çarşamba

Güze bahar olan şiir

Şimdi hayıflanıyorlar ardımdan.
Kolu kanadı kırık, hayli kocamış bir güze,
Gelin etimişim diye taze baharında,
Rengarenk kahkahalarla şakıyan gönlümü...

Oysa nasıl da bilmezler!

Benim öncem o güz olmasa,
Ben bahar olmam!
Tövbe gelmem dile,
Telli saz olmam!

9 Şubat 2012 Perşembe

Namussuz ayak izlerinin şiiri

Hep bu karda çıkan ayak izlerinin suçu biliyor musun?
Bir içe bir dışa...
Çirkin ama güzel sesli bir kadına eşlik ediyorlar,
Bir de ona eşlik eden, sence güzel olan,
Oysa hayli çirkin sesli ben...
Kandırımayı da iyi biliyorlar şu ayak izleri...
Bir içe bir dışa...
Tıpkı yalpalaya yalpalaya senin yoluna düşen gönlüm gibi...
Vuslatımıza çıkacakmışcasına yol gösteriyorlar bana...
Oysa bilirim ki köşe başında sıcak bir evin yatak odasında
Bitivericekler ayak izleri bir içe bir dışa...
Ben bilirim ki, senin güneşin beni aydınlattıkça,
Eriteceğini bilmeden, yoluma ışık saçtıkça,
Yitivericekler ayak izleri sevgilim.
Bir içe bir dışa...

S...

26 Ocak 2012 Perşembe

23 Yaş damlacıkları

23 yaşıma gireli tam bir hafta oldu. En yanımda olmayı hakkeden insanların birkaçıyla beraber sakin ama güzel bir akşam geçirdik geçen Perşembe... Tabii eksikler vardı kadroda, onlarla da başka sefere artık.  demin geçen haftayı düşünürken aklıma küçükken kutladığımız doğum günlerim, annemlerin "arkadaş" toplantıları geldi. Kalabalıklar, çoğu şimdi doğa kanunuyla ya da bizim isteğimizle yanımızda olmayan insanlar... Gülüşmeler, yemeceler, içmeceler... annemle babam henüz beraberken çok geniş bir çevreleri vardı gerçekten. Bazıları beni fazlaca sıkan, bazıları da keyif veren arkadaşlar-arkadaş gurupları... Çoğu ayıp olmasın diye katılınan ya da evimizde verilen yemekler davetler... Hepsi değil kesinlikle ama çoğu benim içimi sıkardı daha küçük bir kız çocuğuyken bile... Sonra hayatımızdaki değişiklerle birlikte bu insan popülasyonu da değişti. Annemlerin ayrılmasında saçma bir şekilde rahatsızlık duyanlar, babamın muzur ukalıklarına, her zaman olmasa bile, çoğu zaman çok haklı ama sert eleştirilerine daha fazla katlanamayanlar, vs. vs... Sonuçta her cumartesi alıştığımız o hızlı hayat oldukça yavaşlamış oldu. O kargaşalı dönemlerde farkına varamasalar da, annemle babamın yerine benim o ergen aklımla farkettiğim bir şey vardı: etrafları yalnızlaştıkça onlar hayatlarında olması gereken en doğru insanlar, bir bir eleğin üstünde kalmaya başlamıştı. Aynı hikaye bir küçük versiyonuıyla lise yıllarında benim başımda da geçti. Kendimi "okulun en sıkı" arkadaş grubunun içinde-tabii ki istisnalar vardı- zannederken, bir anda aslında ne kadar sahte ve boktan bir şeyin içinde olduğumu anlamıştım. hayatta kazandığım ilk insan ilişkisi tecrübem, hiç şüphesiz ki yediğim ilk "arkadaş" kazığıyla birlikte gelmişti. Tabii burda harbi dostlardan birinin sözünü dinlemeyişimin çok büyük payı vardı. Annemle babamın işlerine eren ergen kafam, malasef burda kendi dikine gitmiş, sonunda kendi kedine taş düşürmeyi başarmıştı. O müthiş arkadaş grubunun aslında annemlerin ruh sıkan boş arkadaş gruplarından hiç bir farkı yoktu. Bunu anladıktan sonraki garip kabuğa çekiliş dönemim, belki de üniversite sınavında yapacağım güzel puanın destekçisiydi... Tabii ki son sınıfta yaşadığım bu acayip olaydan sonra arkadaşlık ilişkilerimde bir paranoya dönemi yaşamama da sebep oldu. Çevremdeki iki insandan başka kimseyi dost olarak göremeyeceğimi ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım. Sonra bir gece babamla yaptığım uzun bir konuşma sırasında, hep bana dediği "hayatta kimseye güvenme" cümlesinin asıl anlamını kavramış oldum. babamın demek istediği şey, "salak olma, güveneceğin kişileri doğru seç, ama en çok kendi başının çağresine her zaman bakabilecek güçte olduğunu etrafındakilere hissettir"idi. İşte o kendi ayaklarım üstümde durbilme gücü, insanlarımı seçmede, zaman zaman katmanlara ayrılan, aklımın erdiğince sağlam ve seçici geçirgen bir elek olmuştu. Sonrası mı? Sonrası mutluluk...  Bitirmekte olduğum üniverste hayatım süresince kalbimin tam içine aldığım insan sayısı on parmağı geçmedi diyebilirim. Hiçbir zaman masaları dolduracak insan gruplarıyla birşeyler yapmadım. ama o eleğin üstünde kalan birkaç insan, seneler içinde kabimdeki tahtını sağlamlaştırarak, eleğin içinden yüreğime sızdı ve hali hazırda orada olanlarla kaynaştı. Sel gibi gelip geçici insan güruhları yerini tane tane damlayan , içime sinen insanlara sahip oldum. Hayatınız boyunca toprağınıza güzel insanların damlaması dileğiyle...
SAD-en mutlu haliyle-