27 Ağustos 2015 Perşembe

Tez için geri sayım, arsaştırma konumu seçtiğim devir ve şu Engelilik meselesi

Bu yaz sakin ve buruk geçen bir tatil mevsimi oldu benim için... Ailem için... Olabildiğince dinlendik, babaannemin yokluğuna onun nasihatlarıyla, güzel anılarıyla alışmaya çalıştık. İnsan büyürken kaybettiklerinden yanına kar kalanları, yanındakilerle paylaşarak yeni yürekler kazanıyormuş bunu öğrendim mesela...

Gelelim şimdi yaklaşmakta olan Eylül ayına. 19 sene sonra ilk defa sabahın köründe kalkıp okula gitmek yok, haftalık ödevler yok, vize yok, final yok... Ama okumak, daha çok araştırmak ve bunları harmanlayıp süzerek yeni bir düşün icadı yazmak var. Bir de bu sene öğrencilerimden de hiç istemeden biraz uzak kalacağım gibi görünüyor. Ama yeni projelere her zaman burnumuzu sokuyoruz. Yani bu işler hiç belli olmaz değil mi? Hmm evet ne diyordum, bu sene "büyük aşklar nefretle başlar" metoforu gibi sıkıntılı başlayıp, müthiş keyifli biten Master programımın bitirme tezini yazıyor olacağım. Yaptığım ilk gerçek gazete haberinden beri bu kadar heyecanlanmış mıydım? Sanmıyorum... İnsan toplumuna, insanlığa bir şey kazandıracağına inandırmaya görsün kendini! Tutamıyorsunuz, daha iyisini bulmak her seferinde bir makale bir kitap daha ekleniyorsunuz literatür taramasına. :)

Tez konuma karar verirken elimde üç ana konu potansiyeli vardı. En büyük aşkım müzik, iyi ki yapıyorum dediğim işim, çocuklarım yani eğitim ve değerli hocalarımdan birkaçının ısrarla üzerinde yazmamı istedikleri şu engelilik mezvuu. Bunların üçüne de önce gazeteci, sonra da antropolog gözüyle bakıp inceledim. Üçünün de bu gözlerden bakıldığında ortak bir yanları vardı ki, hiçbirinin bu ülkede anlaşılamayan olgular olmasıydı. İçlerine "müşteri memnuniyeti" ve "şevkatli görünme öcüsü" kaçmış bir müzik endüstrisi,  bir eğitim ve bir engelli vatandaş algısı... Üç yazık olmuş konu. Kültürel mutasyona uğramış, iletişimden de nashibini almayı çoktan unutmuş neresinden tutsan bir toplumsal çarpıklaşma çıkan üç tez konu başlığı...

Müzik benim için tam bir romantizm, bir fantazi dünyası, yazarken "ahh ah" deyip iç çekeceğim uzun boylu, maviş gözlü, yakışıklı bir adam gibiydi. Bira sofistike, ve kendi içinde spesifik bir konu seçip çok dar bir alana hitap edeceği için de biraz sıkışmış hissettirdi. Kendisini öpücüklere boğarak, tez yazım aşamasındaki yegane yol arkadaşı olarak cebime koydum. ;) Elimizde kandan ve saçmalıktan temizlenip fikirsel ve sosyal anlamdaki aydınlanma çağına hiç geçemeyen ülkemizde, yol geçen hanına dönmüş bir eğitim sistemi ve "sevgi pıtırcıklığı" halinden kurtulup normalleşme evresine hiiiç geçememiş bir engelilik algısı kalmıştı. İsterseniz şu normalleşme konusunu açıklayıp, neden engellilik üzerine bir tez çıkarmadığımı anlatayım da, Sağır Sultan dahil herkes rahata ersin.

Son verilere Türkiye nüfusunun yüzde 12'si engelliyken, bu 12'lik nüfusun yarısına yakına akli ve fiziki yeterliliği olup hayatlarına "normal insanlar" olarak devam edebilecek kişilerdir. Bu ne anlama geliyor mu? Hemen söylüyorum. Bu ülkede on binlerce doktor, işletmeci, mühendis, sosyal bilimci, müzisyen, reklamcı vb.. meslek sahibi insan var. Bu insanlar bedenlerindeki zihni olmayan sorunlardan ötürü toplumda "bir yere" konmaya çalışıyor. Kondukları yerde ise bu insanlardan zevkle aşkla okudukları şeyleri ikinci plana atıp, şehir planlamasıyla, bina mimarileriyle, sınav yönetmelikleriyle uğraşmaları isteniyor. Ve evet bu uğraşlar takdir görüp, göz önüne çıkyor çoğu zaman. Ben de bu konuda canla başla çalışan insanlardan biriyim. Evet bundan hiçbir şekilde şikayetçi değilim. Vazgemeye de niyetim yok. Ama konu burdan bir tık daha öteye atlamalı bence şu normalleşme basamağına zıplamak için. İşte tam bu yüzden bir mühendis makinalarını geliştirmeli, öbür işletmeci bir şirketin CEO'su olmalı ve bir antropolog da Antropolojinin konusu olan bir alanda araştırma yapıp topluma gerçekten severek bir şeyler katmalı ki, şu normalleşme işi  tam rayına otursun. Şehirleri, binaları planlamak mimar ve şehir planlamacılarına, sınav yönetmeliklerine düzenlemek hukukçulara, ama bir fiziksel engelli olmayan iş erbablarına kasın. Kalsın ki şu normalleşme hadisesi gerçekten EMPATİ kurmaya yaklaşsın. Böylece herkes işinde gücünde mutlu olsun, Seben de ülkede aslında olmayan eğitim sistemi üstüne bir hipotez geliştirsin.

İşte "Türkiye Coğrafyası Kültürüne Uygun bir Eğitim Felsefesi Mümkün müdür" başlıklı tez konusu böyle ortaya çıktı. Geçtiği tüm bu yolculuk bu başlığı olgunlaştırıp, gelişyirdi. Şimdi eve dönüp kütüphanelerin yollarını tuta tuta bu işi ete kemiğe büründürme vaktidir. Ama... Tabii şimdi hala Mazı'da süt liman bir hava, hoyrat olmayan varken biraz daha deniz keyfi yapma vakti...

Sağlıcakla kalın...

SAD

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder