Bugün 24 Aralık 2012, otuz yedi sene önce bugün, bir meslektaşımı vurmuşlar. Kimsenin ne yazacağını, ne söyleyeceğini bir daha asla bilemeceği meslektaşımı... Öğrenciliğni bile bitiremeden. henüz 19 yaşında henüz belki de hiçbir şeyken, onda "çok" gördükleri neydi hiç blemeyeceğim. Çok gördükleri, şimdi yatağında yatan anasının elini tutmasıydı, "kaderi benzemesin" deyip durdukları gazetecilik mezunu yiğeniyle içeceği bir beş çayı idi. Çok gördükleri, sonradan kaç kere değişeceğini asla bilemeyeceğimiz "düşünceleriydi" belki... ve hiç bir zaman anlamak istemeyeceğim bir sürü zırva....
Gecen hafta onun bu dünyadan göç ettiği o şehirde, hiçbir şeyin değişmediğini seyrettim günlerce.... Okuyan insanların düşünmelerine karşı verilen o garip direnci, küçümsemeyi gördük. "Yanlış" yanlış bilinenlerce, "yanlış" bilenlere hiç anlatımadı bu ülkede, 37 yıl önce kurşun, bugünse plastik mermi ve biber gazı tercüman oldu. Oradan bakınca da saçma duruyor dimi? Elmalarla armutları toplamak gibi. Kenanın kafasında her ne vardıysa beğenmediğiniz, bunu yok etmek için bir beden kullanmak... Bizim adalet anlayışımız Galileo'nun ev hapsinden beri tuhaf işte. Soyut fikirlere somut silahlarla, somut savaşlara da, soyut gevezeliklerle karşılık vermeye çalışıp duran bir kısır döngü...
Birşeyler değişmedi mi çocuk? diye sorarsan bana Kenan, Değişti tabii, Senin yokluğuna sebep olup da o gün "var" sayılmayan o "uzun saçlı, şapka takan" insanlar var ya, onlar bugün "entellektüel" diye bir tabirle televizyonlara çıkıp "düşüncelerini" aktarıyorlar...
Biz burda kime emateniz bilemiyorum ama,
Sen orada Allah'a emanet ol...
* 24 Aralık 1975'te Ankara'da gazetecilik okurken vurulan Kenan Dayı'nın davsı, "bir insan hem uzun saçlı olup, hem de şapka takamaz. Bu cinsiyetininin belirlenmesi ortadan kaldırır" gibi saçma bir cümleyle kapanmıştır.
24 Aralık 2012 Pazartesi
19 Aralık 2012 Çarşamba
Toprakların Hükümsüzlüğü
Karşıdan garip, tuhaf bir adam geliyordu. elinde
kazmalar kürekler, oraklar sabanlar...Üstü başı toprak içinde, elleri çok
çirkin, çatlak. Sonra topraklarıma girdi. Koca çizmeleriyle her yere ayak izini
bıraktı. Üstünde başka kıtaların DNA'ları... hepsini döktü toprağıma... bu
yabancılık hissine dayanamıyordum. Neydi bu? Elindeki tüm aletleri sırayla
kullanıyordu. olmadık yerlerimi kazıyor, başka başka hislerin topraklarını alıp
harmanlıyordu... tüm bunları yaptıktan sonra, günlerce, haftalarca, tüm toprağı
usul usul düzeltti. Sonra başlayan o kocaman sessizlik. Milyon saniyelerce
hiçbir şey yapmadan durdu. ve ağladım. Gecelerce günlerce ağlıyordum. Ben
ağlarken, yüzündeki o güneş gülümsemesiyle bana: İşte bunu bekliyordum dedi.
Çok kızmıştım. zaten hallaç pamuğuna dönmüş bu topraklara bir de ağlamak
eklenince, nasıl gülünebilirdi. Topraklarımın tam ortasındaydı artık. o geniş
mi geniş arazide küçücük kalmış, tüm
küçücüklüğü ile devasa bir hükümdarlık kurmuştu. ne hale çevirdiğini
anlamadığım topraklarım, onu, tam orta yerinde kalmış o küçücük adamı, her
zerresiyle biliyor olmuştu bir anda. Her şeyi çözdüm demiştim. Adımları,
kocaman aletleriyle üzerimde oluşturduğu binlerce garip oluş, hepsi ne kadar da
ona ait gibiydi... Ya da ben öyle
sanmıştım.
O gün güneşle birlikte, daha önce hiç
kullanmadığı bir şey çıkardı cebinden... küçücük sarı şekilsiz bir tohum. Tüy
kadar hafif... Güneşle, suyla, havayla, toprakla hepsiyle çok güçlü bağları
olan, hiç birine benzemez bir zerre... onunla ne yapacaktı çok merak ediyordum.
Tohumu sımsıkı avuçlayıp, deli gibi koşmaya başladı. ve zıplayıp olduğu yerden
en uzak yere düştü toprağın üstünde. Düştüğü yeri var gücüyle kucakladı. Öptü.
kokusunu içine çekerek, toprağı saçlarına sürttü. zaten yeterince hükmetmiyor
muydu? neden bir olamamıştı hala? Bu çabası niyeydi? Çok mutluydum. sonra
buldum cevabını. O sabah toprağa kendini bıraktığı yer, ne benim ben de, ne
onun bende, ne de benim onda tanıdığım bir yerdi. "Bir" yerdi, başka
"bir" yerdi orası... Elindeki tohumu usulca oraya gömdü. üzerini hiç
davranmadığı şekilde nazikçe örtüp, bir daha ağla dedi. kahkahalar atarak
ağladım....
Tohum filizlenip, ne olduğunu gösterdiği vakit
görüşmek üzere...
SAD...
17 Aralık 2012 Pazartesi
Şiir ile Susun Hikayesi
-->
Bir kentte hiç
durmayan bir Şiir varmış. Bu kentte yaşayanların hiç biri, bu şiirin ne zaman
başladığını bilmezlermiş. Şiir o kadar uzunmuş ki, kenttekiler ne zaman şiiri
anlamaya kalksalar, mutlaka bir yerden sonra kafaları karışır. Mutsuz
olurlarmış. Oysa ki şiir hep onlara en güzel dizelerini seçip seçip, allayıp
pullayıp, öyle sunarmış. Yine de, şiir dinletse, kentli anlamaz, kentli
anlayacak olsa, Şiir anlatamaz bir halde yılardır sürüp gitmiş bu düzen.
Bu Kentte Şiirin
sürekli konuşmasından daha kötü bir durum varmış ki, o da Susun gelmesi. Sus ne
zaman gelse, Şiirin en korkulu rüyası olurmuş. Hiç durmayan Şiiri, günlerce,
haftalarca durdurup, hiç bir fısıltıya müsade etmezmiş. Susun sessizliği o
kadar büyük olurmuş ki, kentlilerin bağırışlarını bile yutarmış. Sürekli Şiirin
gürültüsünden birbirlerini duymakta zorlanmaları yetmezmiş gibi, bir de Sus
geldi mi hiç duyuramamaları onları daha da karmaşık bir duruma sürüklermiş.
Bir gün Şiir Susun
kendi kentindeki bu haksız hükümranlığına daha fazla dayanamayıp, ona savaş
açmaya karar vermiş. Dünyanın her yerinde yaşayan ne kadar şair varsa toplamış
kentine. Şiirin düşüncesi şuymuş: eğer bütün şairler bütün şiirlerini hiç
durmadan arka arkaya okurlarsa, Susun sessizliği ortadan kalkacak, böylece
bütün dünyaya yalnızca şiirler hakim olacakmış. Fakat konuşamadığı için nasıl
haber vereceğini bilememiş. Şiir bunu düşünürken Yazı gelmiş aşklına. Yazıyı
kullanarak, ses çıkarmadan bir sürü mektup yazabiliyormuş. Bu Susun çok hoşuna
gitmiş, yine de, bu sessizliği yenmesi gerektiğini biliyormuş. Çünkü yazı da
olsa hiçbir şey sese dönüşmedikçe anlamlı değilmiş şiir için. Şiir Yazının
yardımıyla Dünyadaki bütün şairlere
ulaşmaya başarmış. Şairler de, Şiirin bu çağrısına kulak verip, o kentte doğru
yola çıkmışlar. Şairler kente yaklaştıklarında, hepsi çok yorgun bitkin bir
haldeymiş. Çünkü, hiç bir ses gelmeyen bu kentte gelebilmek için çok
uğraşmışlar, kent o kadar sessizmiş ki, kimse onun hangi yönde olduğunu
kestirememiş. Şairler kente varır varmaz uykuya dalmışlar, sabah Susu yenmek
için enerjiye ihtiyaçları varmış.
Ertesi sabah bütün
şairler kent meydanında toplanmışlar, şiir o kadar çok şairi meydanda bir arada
görünce çok sevinmiş. Sonunda tepelerinden kötü kötü bakan Susu,
yenebileceklermiş. Şiirin işaretiyle, meydandaki bütün şairler, tüm güçleriyle,
bütün şiirlerini okumaya başlamışlar. Fakat sus şairlerin seslerine öyle karşı
koyuyormuş ki, şairler havaya duyulmayan sözler savururken, gittikçe
öfkeleniyorlarmış, sesler ve Susun devasa sessizliği kenti yok edecek bir hale
gelmiş. İnsanlar duymakla duymamak arasında bu savaşın bitmesi için dua etmeye
başlamışlar.
Tam her şey bitti
dedikleri sırada, uzaktan bir şey duyulmuş, bu duyulan şey şiirden başka bir
şeymiş, üstelik kendi kendine susup, yeniden başlayabiliyormuş, bu gelenin ne
olduğunu anlamak için, şiir dahil, bütün şairler susmuş. Sus da bu sese izin
vermek için kenara çekilmiş. Bu gelen şeyin adı Müzikmiş. On dört tane sihirli
değneği varmış elinde, ve bu değneklerle istediği zaman susup, istediği zaman
da şiirlerle bütünleşebiliyormuş. Müzik nota dediği sihirli değnekleri Şiirin
ve Susun eline vermiş, ve şöyle demiş: bunca yıl Şiir ve Sus olmaktan
çıkamadığınız için bir yere varamadınız. Bundan sonra Şiir, senin adın Şarkı
Sözü. Senin adınsa ES demiş Susa dönerek.
O günden sonra,
Şarkı Sözü olan şiir Susa, ES olan Sus
da, şiire bağlı kalarak, sessizliğe gömülmeden, dura söyle şarkı olup
yaşamışlar.
SAD
18.12.2012
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)