Konya
Öğretmen Okulu 1947-1948 yılı mezunu Ayten Dayı. Mezun olduktan bir yıl sonra,
ondokuz yaşındayken Hatay’ın bir sınır köyü olan Tıl Habeş (Habeş tepesi),
şimdiki adıyla, Açıkdere Köyü’nde öğretmenliğe başlar. Üç yıl bu köyde baş
öğretmen olarak beş sınıfı tek başına idare eder...
Köye ilk gidişiniz nasıl oldu? Köylüler sizi nasıl karşıladılar?
Bir grup gardan gelip bizi aldı. İlk tayinim olduğu
için annem ve babam da benimle gelmişlerdi. Hatay’dan köye kadar eşek sırtında
gittik. Meydanda toplanmış köylüler beni görünce, “avrat kısmından ‘öğretlemen’
mi olur”dediler. Zamanla kadından öğretmen olabileceğini görünce buna alıştılar
tabii.
Köyün okulu, bir tepenin üstünde, tek derslikli,
sobalı, yan tarafında bir içlik ve iki odalı bir lojmanı olan tek tak üstünde
bir binaydı. Sınıfta sadece yazı tahtası, öğretmen masası, cocukların otuması
için köylülerin yaptığı altışar kişilik sıralar ve bir sac soba vardı. İlk
gittiğimde uzunca bir süre okula hiç öğrenci gelmedi. Ben köyde ev ev dolaşıp
çocukları topladım. Kadın öğretmen olduğum için kız çocuklarını okula yollamaya
razı oldular. Ayten demeye dilleri dönmüyordu. O yüden bana "Haytan" öğretmen diyorlardı. Köye gittiğimde muhtar dahil benden başka okuma yazma bilen
yoktu. Muhtarın bütün yazı işlerini ben yapar, köye gelen jandarma , sağlık
memuru hepsiyle ben ilgilenirdim.
Çocuklarla
iletişim kurarken zorluk yaşadınız mı?
Köydeki çocuklar türkçeyi tam bilmiyorlardı.
Yarısının dili arapçaydı. Onlara Türkçeyi öğrettim. Mesela tahtaya elma çizer
altına türkçe “elma” yazardım, onlar da gelip yanına eski yazıyla “elma”
yazarlardı. Okula gelen tüm çocuklarda bit, gözlerinde Trahom hastalığı vardı.
Şehre indiğim zaman asitporik’li su ve Theramisin alır gözlerini tek tek
temizleyip pansuman yapardım. Hepsinin bitlerini her sabah temizler öyle sınıfa
alırdım. Onlar ertesi gün yine bitlenmiş gelirlerdi.. Bir sabah bir baktımi
köyün bütün yaşlıları okulun kapısında toplanmışlar. Hemen gidip nolduğunu
sordum. İçlerinden biri çıkıp, “sen çocukların gözlerini ayne gibi yapmışın,
bizimkileri de yapıver” dedi. Onları içeri alıp gözlerini temizledim. “gözlerimiz
ayne gibi oldu” deyip teşekkür edişlerini hiç unutmam.
Çocukların hiç birinin ayakkabası yoktu. Zaten
ayakkabı alacak paraları da yoktu. Ayaklarına “gap gap” dedikleri takunyaları
geçirir öyle gelirlerdi. O takunyaları da kapının eşiğinde çıkarır sınıfa öyle
girerlerdi. Ben de taşa basmalarını istemediğim için çıkarmalarına mani
olurdum. Onlar da ses çıkardığı için çıkarmak isterlerdi takunyaları. En
sonunda onlara takunyayla ses çıkarmadan nasıl yürüyeceklerini öğrettim.
Boyunlarında da içi boş bir çanta asılı olurdu. İçinde ne defter, ne kalem...
Ben gene şehre maaş almaya indiğim zaman, hepsine defter kalem kırtasiyelik
eşya alırdım. Tabii sınıfımızda da ders yapacak araç gerecimiz yoktu. Coğrafya
dersi yapacağız haritamız yok. Babamdan bana büyük, tahta, çukur bir düzenek
yapmasını istedim. Bu düzüneğin içine kum doldurttum. Sonra gidip toz boya
aldım. Bu kum masasına elimle Türkiye haritası çizip, şehirleri toz boyayla
renk renk boyadım. Böylece coğrafya dersi işler olduk.
Sınıfın yanında içlik dedikleri genişçe bir oda
daha vardı. Orayı enstütü mezunu öğretmenlere atölye olarak kullansınlar
yapmışlar. Biz o odayı müsamere odası yaptık. Kötü havalarlar bayram
törenlerini orada yapıyorduk. Bir de kışın evlenen oldu mu düğün salonu da
orasıydı. Çok eğlenceli geçerdi düğünderi. Adamlar kadın kılığına girer,
bildiğiniz Orta Oyunu oynarlardı. Çalgılı cümbüşlü...
Kendilerine has bir dilleri vardı. Şiğveydi diyemem
çünkü, kelimelerin anlamları tamamen farklıydı. Mesela, domatese “banadura”,
patatese “keme”, fıstığa “ambit”, leblebiye “guduma” derlerdi. En büyük
eğlenceleri Asi kenarına gidip leblebi yemekti. “Hocam Asi genarına gidek,
habbe habbe guduma yiyek..” Ha bir de “bahtabakan”nımız vardı. Yani bukalenum.
Hayvancağızları toplayıp üstlerine koyarlardı. Artık o gün üstünüzde ne renk
kıyefet varsa bukalemun o renge döner, bu da sizin bahtınızın nasıl olacağını
belirlerdi. O gün karaları giymişseniz vay halinize...
Yaşadığınız
köy nasıl bir köydü? Neyle geçinirlerdi?
Tıl Habeş o zamanlar Antakya’lı bir köy ağasının
elindeydi. Köylünün hepsi ona ırgatlık ederdi. O zaman orada zeytincilik
yapılırdı. Köylü topladığı bütün zeytini ağaya verirdi. O da onlara karşılığın
ya az bir miktar zeytin ya da para verirdi. Tüm köy böyle geçinirdi. Başka iş
güç yapanı bilmem.. . Herkesin evinin önünde “heykere” dedikleri küçük bir
bahçesi vardı. Bu bahçeyi mevsimine göre eker, yiyecek sebze meyvelerini oradan
karşılarlardı. Çoğu zaman ektiklerinden bana getirirlerdi. Et, yumurta alacak hiç bir yer olmadığı için
babam bahçeye küçük bir kümes yaptı. Orada birkaç tavuk yetiştirip, onların
yumurtasından, etinden yararlandık. Alış veriş yapabidiğimiz tek şey köye
haftada bir ilçeden gelen çerçiydi. Herkes onun geleceği günü bilir, o gün öte
berisini alırdı çerçiden.
Köyde okul dahil hiç bir evde saat yoktu. Bu yüzden
çocuklar sabah ezanıyla okula gelir, akşam ezanına kadar ders yapardık. Öğlen
ezanına kadar bir iki ve üçler, öğleden sonra da dört ve beşler gelirdi. Akşam
olup okul bitiyse de ders devam ederdi. Akşam köyün bütün genç kızlarını okula
toplar, onlara kitap okur, dikiş nakış yapmasını öğretirdim. Dikiş bilmedikleri
için, elbiselerinin yırtılan yerine bir düğüm atıp öyle gezerlerdi. Sonra yama
yapmayı öğrenip yırtıklarını yamamaya başladılar. Her akşam benden İstanbul’u
anlatmamı isterlerdi. Ben de her akşam anlatırdım. Bu, onlar için şimdinin
dizileri gibi, sanki büyülü bir dünyaydı. Seslerini soluklarını çıkarmadan
saatlerce dinlerlerdi beni. Bir sabah bütün genç kadınlar toplanmış kapıma
geldilerdi yine. Suriye’den bir şıh gelmiş köye. Çocuğu olmayan kadınların
karnına dua yazıyormuş da, çocukları oluyormuş. Şıha görünmek için benden para
istediler. Çok kızmıştım. “Olur mu öyle iş” deyip, kadınları evlerine yolladım.
Sonra doğru jandarmaya... Köy küçük yer tabii, şıh benim jandarmaya haber
verdiğimi duyup, daha onlar aramaya başlamadan köyü terk etmiş. Sonra bütün
kızları, kadınları toplayıp tembih ettim. Bir daha şıha mıha inanmasınlar
diye...
Askerden gelen mektupları okumak da benim görevimdi
tabii. Postadan mektubu alan, soluğu benim yanımda alırdı. Mektuları beraber
okuyup, ardından cavap yazardık. Ama birisi var ki, bir daha hiç öyle mektup
görmedim hayatımda. Beşinci sınıfta okuyan Emine diye bir kızım vardı. Onun
amcasının oğlu, Emine’nin ablasını öldürdüğü için hapse girmişti. Hapisten her
ay mektup yazardı. Adı da “Zorlu Mehmet”ti bu herifin. Mektuplarında Emine’ye,
ailesine kürfedip, tehtidler savururdu. Ben bunları Emine’ye okuyamaz, iyi
şeyler yazmış gibi yapardım. Otuz yıl sonra köye tekrar gittiğimde gördüm ki, Zorlu
Mehmet hapisten çıkıp Emine’yle evlenmiş.
Bir de iki tane çoban oğlum vardı. On altı yaşından
büyük oldukları için o zaman okula devam
etme zorunlulukları yoktu. Kayıtlarını silebilirdim, ama silmedim. Onlara her
sabah hayvanları otlatmaya giderlerken ödev verir, akşam dönüşte de verdiğim
ödevleri kontrol ederdim. Bu iki çocuğum da çok zeki çocuklardı. Ailelerinin
izin vermeyeceğini bildiğim için, ikisini de ailerlerinden habersiz Antakya’ya
götürüp, Köy Enstitü’sü imtihanlarına soktup. İkisi de kazandı. Şimdi biri
Galatasaray Lisesi’nde edebiyat öğretmeni, biri de Hatay’da bir okula müdür
olmuş.
Tıl
Habeş’e bir daha hiç gittiniz mi?
Evet, otuz yıl sonra bir aile dostumuzun doktor
olan kızıyla sağlık taraması için gittik. Beni kırk yıl sonra
tanıyabileceklerini hiç düşünmemiştim. Köy meydanına indiğimizde bütün köy meydana
toplanmıştı. İçlerinden biri çıkıp, “Haytan öğretmen gelmiş” diye seslendi. Çok
şaşırmıştım o kız benim o zamanki öğrencilerimden biri olacak yaşta değildi.
“Kızım ben seni okutmuş olamam, sen çok küçüksün” deyince, gömleğinin yakasının
açıp, içindeki işlemeli içliği gösterip, “siz benim annemi okutmuşunuz, o bana
hep sizi anlatırdı” dedi. Bu kadar yıl sonra öğrencilerimin çocuklarının beni
tanımasından çok etkilenmiştim. Sonra köyü gezerken gördüm ki benden sonra
doğan bütün kız çocuklarına ya benim, ya da rahmetli annemin adını koymuşlar. Bunca
mutlu olayın içinde o gün o köye tekrar gittiğimde beni en çok üzen şey ise, otuz
yıldan bu yana ne köyde, ne de okulumda hiç bir şeyin değişmemiş olmasıydı. Bir
tek şey değişmişti koskoca yerde, o da çocuklarımın okulduğu tahta sıralar...